“Başlangıçta kelâm vardı.”

Sonra Goethe dedi ki:

“Im anfang war die tat” – “Başlangıçta amel vardı.”

Sanki burada Goethe  “Başlangıçta Söz(Wort) vardı” önermesine bağlı olarak, kelimelerin değil eylemin olduğunu imliyordu. Ama işin hakikatine baktığımızda aslında iki kaynakta da aynı şeyden bahsediliyor. Goethe’nin Faust’ta yapmak istediği şey, aslında Kutsal Kitaptaki şeyi tevil etmekti! Yani başlangıçta olan şey, zihinsel olarak kitaplardan okuduğumuz-yazdığımız yazı-söz değil; eylem, yani Tanrı kelâmıdır ve bu her an Âlem’in oluş ve yokoluşunu, sürekli eylemi imler(Halk-ı cedid).

Kelâmı hem saklayan hem de gösteren yazı ve bunun edimselleşmesi olarak yazma eyleminin ilginçliği biraz da şuradan geliyor: Kendini görebiliyorsun (küntü kenzen mahfiyyen-ben gizli bir hazineydim bilinmek istedim). Başkası için yazı yazılabilir mi? Yazılabilir ama kendinden doğmayan, sürecini yaşamayıp kavrayamadığın bir şeyi yazmak fotokopi olur, çünkü o yazılan şeyin sürecini kendinde canlandırmadığında ölü doğar – tatsız olur. Yazarın yaptığı şey ‘kendi’siyle konuşmak, okurun yapabileceği tek şey yazarın kendisiyle olan konuşmasından bir anlam çıkarmaya çalışmak. Biraz daha derine gidersek aslında yazar da yok; tam şu anda bu yazıyı okurken aslında sadece, kelimeleri ‘bir yerlerde-bir şekilde’ zihnen seslendiren ve oradan bir anlam üretmeye çalışan görünüşte bir tekillik var. Bu tekrar tekrar üzerine düşünülebilecek bir şey (kendimden kendime). Kendi içinde bu okunan yazı elden geldiğince verilen emekle birlikte biraz daha sofistike olmuş bir halde okuyacak olana sunuluyor. Bunu okuyabilen, söylenen sözün içindeki anlamı kendi ‘anahtar’ kavramlarıyla kilitlerini açabilen ise ‘gizli hazine’yi (küntü kenzen mahfiyyen) elde etmiş oluyor ve bunu sürekli yapıyor. Bu paragraf başlı başına tekrar ele alınabilecek bir şey olsun, kendime not.

Peki bir yazar neden yazı yazmak ister? Buna iten şey, onun motivasyonu nedir? İlk beklenen şey: Bir şeyi kavramak. Yazdığın konuyla alakalı neleri bildiğini, neleri bilmediğini, kendinde ne olduğunu/olmadığını görmek. Yani bir gayesi var ve buna bağlı olarak da yazının içeriği oluşuyor. Bu yazı teknik bir yazı olsa tanımlamalardan, formülasyonlardan, referanslardan oluşur ve kendi avadanlığında her şeyi yerli yerine oturtma çabasından (nihai gaye) kaynaklanır (kuram, teori).

Bunu, roman veya felsefi bir makale/kitap için söyleyebilir miyiz? Romanı ele alalım: roman yazarken yazarın seçtiği kelimeler kendi kültüründen yine onun kendi emeğiyle toplanır, bunu kendine, ‘kendi toprağına’ eker ve meyvesi bu ekinin, bu toprakların mahsûlü olur. Dışavurmak istediği şeyin kendisini, bir hikaye üzerinden anlatmaya çalışır. Karakterler hallerden hallere geçer ve bize o karakterin hallerini kelimeler vasıtasıyla anlatmaya çalışır. Yine bu hikayeyi anlatarak derdini dışavurmuş olur. Eğer bu yapıta ‘ruh’ üflenmişse, yani yazar kendisiyle samimi bir konuşma yapıp bunu yazıya döktüyse ete kemiğe bürünür, baki olur. Yoksa kağıt üzerinde karalamalar olarak kalır.

Okur açısından bakıldığında: Okur, yani ‘Başka’sı sadece bu çabayı ‘iz’ler. Onun da yazıda izleyebileceği şey kendi anlam dünyasında karşılık bulduğu şeyler kadardır. Mertebesi kadar. Peki illa her şeyi anlaması gerekiyor mu? Hayır. Okurun yaptığı bu okuma, kavramayı sağlamasa bile en azından kendisine bir şeyleri sezdirir ve/veya anlamayı sağlar. Bu aynı zamanda kelimelerin sihirli olduğunu da gösterir. Gözünle bakıyorsun… İçinden konuşabiliyorsun… Başkasına bildirebiliyorsun, bir anlam çıkıyor, anlaşıyoruz ve medeniyet oluşuyor. Harikulade değil mi bunu yapabilmenin kendisi? Tam da şu anda olan şey, beyaz sayfanın önündeki bu kargacık burgacık harfleri okuyup-anlamaya çalışmak ve bunun belki de bizde bir şeyleri uyandırmasını bekleme süreci değil mi? Yazarın kendisiyle olan bu dizgesel-döngüsel olarak gerçekleşen konuşma sürecinin kağıt-ekran üzerine kazınması, bu yazıyı okuyan kişinin dişil olarak kendini açmasıyla birlikte gözünden/kulağından giriyor ve oluyorsun Hâmil, kendini açmazsa oluyorsun Hamal. Bunu okuyan ‘bir başkası’ndan gelen bildirimle birlikte kendimize ve bir başkasına yol açmış oluyoruz. Böylece kendi çevremizden ve gelenekten gelen kültür-anlam bütünlüğüyle birlikte artık bir başkasıyla ‘kardeş’ oluyor; yazının, yazmanın, bunu paylaşmanın ve üzerine konuşmanın-istişare etmenin, verilen bunca zahmetin de rahmeti sevgi-sevinç oluyor.

Yorum bırakın

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.