Hep burun burunayız ama sürekli kafamızı çeviriyoruz. Burun buruna derken bile sanki biliyormuşuz gibi geliyor fakat hiçbir bilgimiz yok. Sadece bir şeylerin sonlanacağının sezgisi var, o kadar. Ölüm, doğrudan kendini açık-seçik bir şekilde belli etmiyor, ne olacağını bil-dirmiyor. Kendini bildirdiği salgın durumu ne kadar geçiciymiş gibi gözükse de olayın ciddiyeti toplumsal olarak kavranmaya başladıkça, karantinanın kendisinin; bir “boş zaman” değerlendirmesinin ötesinde artık “Salgın sonrası diye bir zaman olacak mı?” sorularının sorulduğu, belirlenen 3 haftalık karantinanın bitişine yakın olan zamanda herhangi bir tatilin dönüşünde uyanan hüzünlü hislerin barındırılmadığı, “çölde geçirilecek günlerin” beklendiği bir kitlesel endişe(belki biraz da panik) -varoluşsal kriz durumu haline geldiğini göreceğiz. Bu da işte ‘ölüm’ ile temelleniyor ve korkuyu oluşturuyor. Ya ölürsem? Sorusunu soruyor insan ister istemez kendisine… Peki o zaman… Kim ölecek? Gerçekten sorabiliyor muyuz? Kim ölecek? Doğmayan bir şey herhangi bir şekilde ölebilir mi? Gerçekten bu soruları soran, ölebilir mi? Ölür tabi, defnediyoruz işte mezarlıklara görmüyor musun? Tamam bedenleri gömüyoruz, ya konuşan? Konuşan nereye gidiyor? O da işte tabi fiziksel ölüm gerçekleşince artık sinyaller iletilemiyor beyinde ve son. Bitti.
Naziat suresi (18-19)
(Musa’ya, Firavun’a gittiğinde söylemesi için vahyediliyor) De ki: “Arınmayı ve seni rabbinin yoluna iletmemi ister misin? Böylece O’na saygılı davranırsın.”
Tam da bu varoluşsal(yokoluşsal) soruların sorulabileceği, derinleşebileceğimiz zamanlar. Çünkü artık burun burunayız. Neden ölüm diye bir şey var? Var mı? Yoksa aslında bir akışın içerisinde miyiz? Bu kimliğimizle mi başka bir yerlere gideceğiz? Ya da aslında sadece tanıklık(şehadet) eden şeyler miyiz? Hepsinin cevaplarını yazının ilerleyen kısımlarında vermeye çalışacağım ama ne yazık ki veremeyeceğim çünkü bilmiyorum.
Bilmiyorum diyerek güzel ve temiz bir sayfa açtık kendimize bence ve böylece ölümle başbaşa kalarak düşünebiliriz. Serbest bir şekilde ne olduğunu anlamaya çalışalım: Şu anda bu yazıyı okurken bir şey deneyimliyoruz ve tam da o anda bir şeyler oluyor. Bilerek bir şeyler diyorum çünkü tanımlamadığımız sürece sadece tanıklık ediyoruz. Aslında her şey tanıklık için bir araç; düşünce, duygu, hafıza, tabiat. Bunlar gerçekleşiyor, her an oluyor ve deneyimleniyor. Peki bunlara istinaden tam olarak hangi zamanda doğduğumuzu bulabilir miyiz ona bakalım. Bu, doğan veya ölen şey tam olarak ne? İki insanın birleşmesinden sonra tam olarak hangi anda artık biz kendimizi ‘doğmuş’ olarak var-sayabiliriz? Sperm’in yumurtaya girdiği anı mı? İlk değdiği an? Öyle kabul ettiğimizde biz o anda neredeyiz? Hala yok muyuz? Peki şu anda nerede varız? İyice her şey birbirine girdi. Yahu bu yazıyı okuyan-yazan kim kardeşim? Doğmadı mı yani?
Fani biri.
Heva ve hevesleri olacak,
Cemal görecek,
Kemal bulacak,
Rıza devşirecek ve sonrasında Hakk’a yürüyebilirse yürüyecek. Diyorlar.
Biz, her daim bengi olanla birlikte olduğumuz, O’nun gözü-kulağı olduğumuz için ne ölür ne diriliriz. Ölen cesettir ki o da ölmez onu biz öyle niteleriz. Biz ona sadece girer ve çıkarız diyorlar.