İnsanlar, kendilerine açık olmadıkları zaman başkalarına da açık olamazlar. Samimiyet bu demektir. Kişi ilk önce kendisine (karşı?) samimi olacak ki başkasına samimi olabilsin gibi aforizmalar bir şeyler uyandırıyor tabi ama yine de açalım. Başkası için ‘samimi’ derken neyi kastediyoruz? İçten olmaya, hayatın akışı içerisinde bir durumla –karşılaşıldığında– kişinin içinde (düşüncesinde) ne uyanıyorsa (öfke, şehvet) onu yargılamadan izleyebilmesi ve bununla barışabilmesine samimiyet diyebilir miyiz? Bunu yaptığımızda ne olur ona bakalım: İzleyebilmeye başladığımızda, dolaylı olarak bu durumları bilince taşıdığımızda (yargılamadan/bastırmadan/kafamızı çevirmeden) insan kendini bilmeye/tanımaya – tanışıklığa başlıyor. Burası işte anlayışın başlamasına ve kendinin, kendini, zarif bir ifadesine dönüşüyor. Kendinden kendine olan bir barışıklık durumu ve teslimiyet sonucunda tahakkuk eden ‘kendini ifade edişin’ zarafetle dolu olmasıyla tezahür ediyor. İşte biz bu ‘zarafet’i gördüğümüzde samimiyet hissediyor ve ‘samimi’ birisi diyoruz.

Gelelim bunun ilişkideki uygulamasına: Eğer her birey, eylemlerinin sorumluluğunu alırsa yani artık anladığımız kadarıyla ‘samimi’ olursa, o ilişkiye etiket (eş, dost, arkadaş) koymaya çalışmanın manası kaybolacaktır. Neden eylemlerin sorumluluğunu almak, samimi olmakla eşdeğer olsun? Çünkü kendi içinde uyanan düşünceyi takip edebildiğinde, onu gözlemleyebildiğinde ona şahitlik etmiş olur ve dolayısıyla artık ondan sorumludur. Eylemlerin sorumluluğu alınmasa dahi aslında zât-en sorumludur sadece farkında değildir (ya da inkarcılardan olur) ve eyleminin ahiretini yaşar insan. Buradan geri dönerek samimiyetin ilişkideki yeriyle ilgili düşünmeye devam edelim. İlişki, samimiyet ilkesi doğrultusunda hareket etmek ister (dosdoğru yol/ihlas). Niye? Çünkü etmediğinde yani ilkenin dışına çıkıldığında da özgürlüğümüzün kısıtlanması olarak tahakkuk eder ve artık özgürlük olmadığında bir ilişkiden söz edebilir miyiz? Çünkü hakiki bir insan ilişkisinin olmazsa olmazı özgürlüktür. Kısıtlanmayı da şu şekilde hissederiz: O ilişkiyi etiketlemeye başladığımızda onu belirlemiş ve buna bağlı olarak sınırlamış oluruz (hapsederiz). Bu sınırları koyduğumuzda ama bugün ama yarın çatışma olması kaçınılmazdır… Ama küçük ama büyük… Kısıtlanmanın içinde kaldığımızda ‘kötü sonsuz’dan yani şeylerin sürekli çatışmasından (kendine geri dönüşün olmadığı) ve bir başka bağlamda da salt mekanizmadan (doğa) bahsetmiş oluruz. Bu durumun kendisi ilişkinin içerisindeki kişileri özgürleştirmez. Tam tersine bir çatışma döngüsüne hapseder. Bu tür ilişkiler de artık kişilerin psişesine, geçmişine, kültürüne bağlı olarak da sonsuz şekilde açığa çıkar ve hepsine bir ad vermeye başlarız. Bu çatışmaları da kategorilendirip, ilişkide psikolojik şiddet (ghosting, mansplaining vb.) başlığı altında yeni adlar vererek etiketlemeye ve durumu anlamaktan kaçınmaya başlarız. Bu tanımları yapmak yanlıştır demiyorum, tanımlayalım ama o tanımla özdeşlik kurduğumuz noktada hayatı ve ilişkileri algılayışımız bu şekilde biçimleniyor sonra İbrahim’in Baltasıyla dolaşıyoruz. Bu son örneği (ilişkilerdeki psikolojik şiddet) son zamanlarda gündemde olduğu için verdim yoksa bunlardan önce de başka tanımlarımız vardı.

Böylelikle, genel hatlarıyla açıklamaya çalıştığım samimiyet kavramının, ilişkinin temel ve en belirleyici unsuru olduğunu söyleyebiliriz. Tabi yazı içerisinde açılacak kavramlar da var ama umarım genel itibarıyla bir şeyler uyandırabilmişimdir. Bende bir şeyler uyandı bu yazıyı kaleme alırken ya da uyandı da kaleme aldım mürekkepten.

Yorum bırakın

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.