AŞKIN FONKSİYON/İŞLEV

Önsöz

Bu deneme 1916’da yazılmıştır. Yakın zamanda Zürih’teki C.G. Jung Enstitüsü öğrencileri tarafından keşfedilmiş ve İngilizce çevirisiyle ilk, geçici haliyle özel bir baskı olarak yayınlanmıştır. Yayın için hazırlamak amacıyla, ana düşünce akışını ve kaçınılmaz sınırlılığını koruyarak el yazması üzerinde çalıştım. Kırk iki yıl sonra sorun güncelliğinden hiçbir şey kaybetmemiştir, ancak materyali bilen herkesin görebileceği gibi sunumu hala kapsamlı bir iyileştirmeye ihtiyaç duymaktadır. Bu nedenle, deneme tüm kusurlarıyla tarihi bir belge olarak kalabilir. Analitik tedavide psişik sürecin ilk sentetik bakış denemeleri için ihtiyaç duyulan anlama çabaları hakkında okuyucuya bir fikir verebilir. Temel argümanı bugün hala geçerli olduğu için okuyucuyu sorunun daha geniş ve derin bir şekilde anlaşılmasına teşvik edebilir. Bu sorun, evrensel soruyla aynıdır: Bilinçdışı ile pratikte nasıl uzlaşılır?

Bu Hindistan felsefesinin, özellikle Budizm ve Zen tarafından ortaya koyduğu sorudur. Dolaylı olarak, tüm dinlerin ve tüm felsefelerin pratikteki temel sorusudur. Çünkü bilinçdışı, şu veya bu şey değildir; bizi doğrudan etkilediği şekliyle Bilinmeyendir.

Burada anlatılacak olan “aktif imgeleme” yöntemi, bilincin hemen altındaki bilinçdışı içeriklerin ortaya çıkarılması için en önemli yardımcıdır ve kışkırtıldığında, bilinçli zihne kendiliğinden patlak vermeleri en muhtemel olanlardır. Bu nedenle yöntem, tehlikelerden arınmış değildir ve mümkünse, uzman gözetimi dışında uygulanmamalıdır. Daha az tehlikelerden biri, bu yöntemin pozitif bir sonuca yol açmama olasılığıdır, çünkü kolayca Freud’un “serbest çağrışım”ına geçer ve hasta, kendi komplekslerinin kısır döngüsünde sıkışıp kalır ve bu döngüden kaçamaz. Başka bir tehlike, kendiliğinden zararsız olan, otantik içerikler üretilse bile, hastanın onlara yalnızca estetik bir ilgi gösterdiği ve bu nedenle her şeyi kapsayan bir fantazmagoryada sıkışıp kaldığı, böylece yine hiçbir şeyin kazanılmadığı durumdur. Bu hayallerin anlamı ve değeri, yalnızca bütün olarak kişiliğe entegrasyonları yoluyla ortaya çıkar — yani birinin, ne anlama geldikleriyle birlikte, aynı zamanda moral talepleriyle de yüzleştiği anda.

Son olarak, üçüncü bir tehlike —ve bu belirli durumlarda çok ciddi bir konu olabilir — bilinçaltı içeriğinin (subliminal contents) zaten o kadar yüksek bir enerji yüküne sahip olmasıdır ki, aktif imgelemle bir çıkış yolu sunulduğunda bilinçli zihni alt edebilir ve kişiliğin kontrolünü ele geçirebilir. Bu, geçici olarak bile olsa şizofreniden kolayca ayırt edilemeyen ve hatta gerçek bir “psikotik aralığa” yol açabilen bir duruma neden olur. Bu nedenle aktif imgelem yöntemi, çocuklar için bir oyuncak değildir. Bilinçdışının yaygın olarak küçümsenmesi, bu yöntemin tehlikelerini önemli ölçüde artırır. Öte yandan, psikoterapist için paha biçilmez bir yardımcı olduğu şüphesizdir.

C.G. J.

Küsnacht, Temmuz 1958 / Eylül 1959

[131] “Aşkın işlev” teriminde gizemli veya metafiziksel hiçbir şey yoktur. Bu terim, özünde aynı ada sahip bir matematiksel fonksiyona/ işleve benzer bir psikolojik fonksiyon/işlev anlamına gelir, bu da gerçek ve sanal sayıların bir fonksiyonudur/ işlevidir. Psikolojik “aşkın işlev”, bilinçli ve bilinçdışı içeriklerin birleşiminden doğar.

[132] Analitik psikoloji alanındaki deneyimler, bilinçli ve bilinçdışının içerikleri ve eğilimleri konusunda nadiren anlaştığını göstermiştir. Bu paralellik eksikliği, sadece tesadüfi veya amaçsız değildir, bilinçdışının bilinçli olana karşı tamamlayıcı veya telafi edici (compensation) bir şekilde davranmasından kaynaklanmaktadır. Bunu tersinden de ifade edebiliriz ve bilincin bilinçdışına karşı tamamlayıcı bir şekilde davrandığını söyleyebiliriz. Bu ilişkinin nedenleri şunlardır:

(1) Bilinç, içeriklerinin ulaşması gereken bir eşik yoğunluğuna sahiptir, bu nedenle çok zayıf olan tüm unsurlar bilinçdışında kalır.

(2) Bilinç, yönlendirilmiş işlevleri nedeniyle, (Freud’un sansür dediği) uyumsuz tüm materyaller üzerinde bir engelleme uygular ve bunun sonucunda bilinçdışına batar.

(3) Bilinç, anlık uyum sürecini oluştururken, bilinçdışı yalnızca bireyin kendi geçmişine ait unutulmuş materyalleri değil, zihnin yapısını oluşturan tüm kalıtsal davranış izlerini içerir.

(4) Bilinçdışı, henüz eşik yoğunluğuna ulaşmamış, ancak zamanla ve uygun koşullar altında bilincin ışığına girecek olan tüm fantezi kombinasyonlarını içerir.

[133] Bu, bilinçdışının bilince karşı tamamlayıcı tavrını kolayca açıklar.

[134] Bilinçli zihnin kesinliği/sonluluğu/sınırlılığı ve yönlendirilebilirliği (definiteness and directedness), insanlık tarihinde nispeten geç edinilen niteliklerdir ve örneğin bugün ilkel insanlar arasında büyük ölçüde eksiktir. Bu nitelikler, bilinç eşiği daha kolay değiştiği için normal kişiden farklılık gösteren nevrotik hastada sıklıkla bozulur; başka bir deyişle, bilinçli ve bilinçdışı arasındaki bölüm çok daha geçirgendir. Psikotik ise bilinçdışının doğrudan etkisi altındadır.

[135] Bilinçli zihnin kesinliği ve yönlendirilebilirliği, insanlığın çok büyük bir fedakarlıkla satın aldığı ve karşılığında insanlığa en yüksek hizmeti veren son derece önemli kazanımlardır. Onlar olmadan bilim, teknoloji ve uygarlık mümkün olmazdı, çünkü hepsi bilinçli sürecin güvenilir sürekliliğini ve yönlendirilebilirliğini varsayar. Devlet adamı, doktor ve mühendisin yanı sıra en basit işçi için bile bu nitelikler kesinlikle vazgeçilmezdir. Genel olarak, bu nitelikler bilinçdışı tarafından bozulduğu ölçüde sosyal değersizliğin arttığını söyleyebiliriz. Yaratıcı yeteneklerle öne çıkan büyük sanatçılar ve diğerleri elbette bu kuralın istisnalarıdır. Bu tür bireylerin sahip olduğu avantaj, tam olarak bilinçli ve bilinçdışı arasındaki bölümün geçirgenliğinde yatmaktadır. Ancak bu sürekliliği ve güvenilirliği gerektiren meslekler ve sosyal faaliyetler için bu istisnai insanlar kural olarak çok az değere sahiptir.

[136] Bu nedenle, her bireyde psişik sürecin olabildiğince istikrarlı ve kesin olması anlaşılabilir ve hatta gereklidir, çünkü yaşamın gerekleri bunu gerektirir. Ancak bu, belirli bir dezavantajı beraberinde getirir: yönlendirilebilirlik özelliği, onunla uyumsuz görünen veya gerçekten uyumsuz olan, yani amaçlarına uygun yönde sapma gösterme olasılığı olan ve böylece istenmeyen bir hedefe yol açabilecek tüm psişik unsurların engellenmesine veya dışlanmasına yol açar. Peki, eşzamanlı psişik materyalin “uyumsuz” olduğunu nereden biliyoruz? Seçilen ve arzulanan yolun yönünü belirleyen bir yargı eylemiyle biliyoruz. Bu yargı, diğer tüm olasılıklar pahasına belirli bir olasılığı seçtiği için kısmi ve önyargılıdır. Yargı da her zaman deneyime, yani zaten bilinenlere dayanır. Kural olarak, asla yeni olana, hala bilinmeyen olana ve belirli koşullar altında yönlendirilmiş süreci önemli ölçüde zenginleştirebilecek olana dayanmaz. Bilinçdışı içerikler bilinçten dışlandığı için, elbette, bu mümkün değildir.

[137] Bu tür yargı eylemleriyle, rasyonel yargı çok yönlü ve önyargısız görünse bile, yönlendirilmiş süreç zorunlu olarak tek yönlü hale gelir. Yargının rasyonelliği bile en kötü önyargı olabilir, çünkü bize makul görünen şeye makul diyoruz. Bu nedenle bize mantıksız görünen şey, irrasyonel karakteri nedeniyle dışlanmaya mahkumdur. Gerçekten irrasyonel olabilir, ancak başka bir bakış açısından bakıldığında aslında irrasyonel olmadan sadece öyle görünebilir.

[138] Tek taraflılık, yönlendirilmiş sürecin kaçınılmaz ve gerekli bir özelliğidir, çünkü yönlendirme, tek taraflılığı ima eder. Aynı anda hem bir avantaj hem de bir dezavantajdır. Dışarıdan görülebilir bir dezavantaj mevcut görünmese bile, tüm psişik bileşenlerin aynı yöne eğilim gösterdiği ideal durum olmadıkça, bilinçdışında her zaman eşit derecede belirgin bir karşıt pozisyon vardır. Bu olasılık teoride tartışılamaz, ancak pratikte çok nadiren gerçekleşir. Bilinçdışındaki karşıt pozisyon, herhangi bir yüksek enerji değerine sahip olmadığı sürece tehlikeli değildir. Ancak çok büyük bir tek taraflılığın sonucu olarak gerilim artarsa, karşı eğilim bilince sızar, genellikle de bilinçli yönü korumanın en önemli olduğu anda. Böylece konuşmacı, özellikle aptalca bir şey söylememek istediği anda dil sürçmesi yapar. Bu an kritiktir, çünkü yüksek bir enerji gerilimine sahiptir ve bilinçdışı zaten yüklendiğinde kolayca “kıvılcım çıkarabilir” ve bilinçdışı içeriği serbest bırakabilir.

[139] Günümüzdeki uygarlık, yoğunlaşmış, yönlendirilmiş bilinçli işleyişi talep eder ve bu, bilinçdışından önemli bir kopma riskini beraberinde getirir. Yönlendirilmiş işleyiş yoluyla bilinçdışından ne kadar uzaklaşabilirsek, bilinçdışında o kadar güçlü bir karşıt pozisyon oluşabilir ve bu pozisyon ortaya çıktığında nahoş sonuçlar doğurabilir.

[140] Analiz, bilinçdışı etkilerin önemi hakkında bize derin bir içgörü kazandırmış ve bu konuda pratik hayatımız için çok şey öğrenmiş olmamız nedeniyle, tedavinin sözde tamamlanmasından sonra bilinçdışının ortadan kalkmasını veya duraklamasını beklemeyi akıllıca bulmuyoruz. Bu durumu belirsiz bir şekilde fark eden birçok hasta, hem kendileri hem de analist bağımlılık hissinden rahatsız olsa da, analizi bırakmaya karar vermekte büyük zorluk yaşarlar. Genellikle kendi ayakları üzerinde durmayı göze almaktan korkarlar, çünkü bilinçdışının hayatlarına tekrar tekrar rahatsız edici ve görünüşte tahmin edilemez bir şekilde müdahale edebileceğini deneyimlerinden bilirler.

[141] Eskiden hastaların kendi rüyalarını anlayacak kadar pratik bir öz bilgi edindikten sonra normal yaşamla başa çıkmaya hazır oldukları varsayılıyordu. Ancak deneyimler göstermiştir ki, rüya yorumlama sanatında uzmanlaşmış olmaları beklenen profesyonel analistler bile sıklıkla kendi rüyalarının karşısında teslim olurlar ve bir meslektaşlarından yardım almak zorunda kalırlar. Yöntemde uzman olduğunu iddia eden biri bile kendi rüyalarını tatmin edici bir şekilde yorumlayamıyorsa, bu hastadan ne kadar daha azı beklenebilir? Freud’un bilinçdışının “tüketilebileceği” umudu gerçekleşmemiştir. Freud’un bilinçdışının “tükenebileceği” umudu gerçekleşmedi. Rüya yaşamı ve bilinçdışından gelen müdahaleler —mutalis mutandis/gerekli değişiklikler yapılmak suretiyle— kesintisiz devam ediyor.

[142] Analizin, bir süreliğine girilen ve sonra iyileşmiş olarak taburcu olunan bir “tedavi” gibi bir şey olduğu yönünde yaygın bir önyargı vardır. Bu, psikanalizin ilk dönemlerinden kalma bir uzman olmayan hatasıdır. Analitik tedavi, doktorun yardımıyla elde edilen bir psikolojik tutum yeniden ayarlaması olarak tanımlanabilir. Doğal olarak, iç ve dış koşullara daha iyi uyum sağlayan bu yeni kazanılmış tutum uzunca bir süre devam edebilir, ancak tek bir “tedavi”nin kalıcı olarak başarılı olduğu çok az vaka vardır. Tıbbi iyimserlik kendisini hiçbir zaman tanıtımdan esirgememiştir ve her zaman kesin tedaviler bildirebilmiştir. Ancak, uygulayıcının her şeye kadir insan tutumu tarafından kendimizi kandırmamalı, ancak bilinçdışının hayatının devam ettiğini ve sürekli olarak sorunlu durumlar yarattığını unutmamalıyız. Karamsarlığa gerek yok; iyi şans ve dürüst çalışmayla elde edilen çok sayıda mükemmel sonuç gördük. Ancak bu, analizin tek seferlik bir “tedavi” olmadığını kabul etmemizi engellememelidir; ilk etapta az çok kapsamlı bir yeniden ayarlamadan fazlası değildir. Uzun bir süre boyunca koşulsuz olarak geçerli olan hiçbir değişiklik yoktur. Hayata her zaman yeniden başlanması gerekir. Tabii ki, tipik çatışmaların çözümüne izin veren son derece dayanıklı kolektif tutumlar vardır. Kolektif bir tutum, bireyin topluma sürtünmesiz bir şekilde uyum sağlamasına olanak tanır, çünkü birey üzerinde diğer yaşam koşulları gibi etki eder. Ancak hastanın zorluğu, bireysel sorununun kolektif bir norma sürtünmesiz bir şekilde uymamasından kaynaklanır; kişiliğinin bütünlüğünün yaşayabilir kalması için bireysel bir çatışmanın çözümünü gerektirir. Hiçbir rasyonel çözüm bu göreve hak veremez ve bireysel bir çözümü kayıpsız olarak değiştirebilecek kesinlikle hiçbir kolektif norm yoktur.

[143] Analiz sürecinde kazanılan yeni tutum, er ya da geç bir şekilde yetersiz hale gelme eğilimindedir ve zorunlu olarak da öyledir, çünkü sürekli yaşam akışı tekrar tekrar yeni uyumlar talep eder. Uyum hiçbir zaman kesin olarak sağlanmaz. Analizden, hastanın daha sonraki yaşamında da yeni yönelimleri aşırı zorluk çekmeden kazanabilmesini talep edebiliriz. Ve deneyimler bunun bir noktaya kadar doğru olduğunu gösteriyor. Kapsamlı bir analiz geçirmiş hastaların daha sonra yeni ayarlamalarda önemli ölçüde daha az zorluk yaşadığını sıklıkla görüyoruz. Yine de bu zorlukların oldukça sık olduğu ve zaman zaman gerçekten sıkıntılı olabileceği kanıtlanmıştır. Bu nedenle, kapsamlı bir analiz geçirmiş hastalar bile sıklıkla daha sonraki bir dönemde yardım için eski analistlerine başvururlar. Genel olarak tıbbi uygulamalar ışığında bu konuda çok da sıra dışı bir şey yoktur, ancak terapistin belirli bir yanlış iyimserliği ile analizin benzersiz bir “tedavi” oluşturduğu görüşüyle çelişir. Sonuç olarak, tüm zorluklardan kurtulmayı başaran bir terapinin olabileceği oldukça şüphelidir. İnsanın zorluklara ihtiyacı vardır; sağlık için gereklidirler. Bizi burada ilgilendiren tek şey, bunların aşırı miktarda olmasıdır.

[144] Terapist için temel soru, anlık zorluktan nasıl kurtulunacağı değil, gelecekteki zorlukların nasıl başarılı bir şekilde karşılanabileceğidir. Soru şudur: Bilinçdışının rahatsız edici etkilerine karşı ne tür bir zihinsel ve ahlaki tutum gereklidir ve bu hastaya nasıl aktarılabilir?

[145] Cevap açıkça, bilinç ve bilinçdışı arasındaki ayrılıktan kurtulmaktır. Bu, bilinçdışının içeriğini tek taraflı bir şekilde kınayarak yapılamaz, aksine bilinçliliğin tek taraflılığını telafi etmedeki önemini kabul ederek ve bu önemi dikkate alarak yapılabilir. Bilinç ve bilinçdışının eğilimleri, aşkın işlevi oluşturan iki faktördür. “Aşkın” olarak adlandırılmasının sebebi bilinçdışının kaybı olmadan bir tutumdan diğerine geçişi organik olarak mümkün kılar. Yapıcı (Konstruktif) veya sentetik tedavi yöntemi, en azından potansiyel olarak hastada mevcut olan ve bu nedenle bilince getirilebilecek içgörüleri varsayar. Analist bu potansiyeller hakkında hiçbir şey bilmiyorsa, analist ve hasta bu soruna birlikte uygun bir bilimsel çalışma yapmadıkça hastanın bunları geliştirmesine yardımcı olamaz, ki bu da zaten zorunlu olarak söz konusu değildir.

[146] Bu nedenle pratikte uygun şekilde eğitilmiş analist, hasta için aşkın işlevi bir ortam olarak kullanır, yani bilinci ve bilinçdışını bir araya getirmesine ve böylece yeni bir tutuma ulaşmasına yardımcı olur. Analistin bu işlevinde, aktarımın birçok önemli anlamından biri yatar. Hasta, aktarım yoluyla tutumunun yenilenmesini vaat ediyor gibi görünen kişiye yapışır; bunu yaptığının bilincinde olmasa bile, onun aracılığıyla kendisi için hayati öneme sahip olan bu dönüşümü arar. Bu nedenle hasta için analist, yaşam için kesinlikle gerekli olan vazgeçilmez bir figür karakterine sahiptir. Bu bağımlılık ne kadar çocukça görünse de, hayal kırıklığına uğratıldığında sıklıkla analiste karşı acı bir nefrete dönüşen son derece önemli bir talebi ifade eder. Bu nedenle, aktarımda gizlenen bu talebin aslında neyi amaçladığını bilmek önemlidir; indirgemeci anlamda, yalnızca erotik bir çocukça fantezi olarak anlaşılma eğilimi vardır. Ancak bu, genellikle ebeveynlerle ilgili olan bu fanteziyi, sanki hasta, daha doğrusu bilinçdışı, bir zamanlar çocuğun ebeveynlerinden beklentileri varmış gibi kelimesi kelimesine almak anlamına gelir. Dışarıdan bakıldığında hala çocuğun ebeveynlerin yardım ve korumasına yönelik beklentisiyle aynıdır, ancak bu arada çocuk bir yetişkin olmuştur ve bir çocuk için normal olan bir yetişkin için uygunsuzdur. Bu, bilinçli olarak fark edilmeyen bir krizde yardım ihtiyacının mecazi bir ifadesi haline gelmiştir. Tarihsel olarak aktarımın erotik karakterini çocukça erosta açıklamak doğrudur. Ancak bu şekilde aktarımın anlamı ve amacı anlaşılmaz ve çocukça bir cinsel fantezi olarak yorumlanması gerçek sorundan uzaklaşmaya yol açar. Aktarımın anlaşılması, onun tarihsel öncüllerinde değil, amacında aranmalıdır. Tek taraflı, indirgemeci açıklama, özellikle hastanın artan dirençlerinden başka hiçbir şey çıkmadığında sonunda anlamsız hale gelir. Analizde daha sonra ortaya çıkan can sıkıntısı, bazen varsayıldığı gibi bilinçdışının değil, bu fantezilerin yalnızca somutlaştırıcı-indirgemeci bir anlamda değil, daha ziyade yapıcı bir anlamda alınması gerektiğini anlamayan analistin fikirlerinin tekdüzeliğinin ve yoksulluğunun basit bir ifadesidir. Bu fark edildiğinde, duraksama genellikle tek bir hamlede aşılır.

[147] Bilinçdışının yapıcı tedavisi, yani anlam ve amaç sorusu, hastanın aşkın işlev dediğim sürece ilişkin içgörüsünün önünü açar.

[148] Bu noktada, yapıcı yöntemin basitçe “telkin” olduğu yönünde sıkça duyulan itiraz hakkında birkaç söz söylemek yersiz olmayabilir. Yöntem, sembolü (yani rüya imgesi veya fantezi) ilkel içgüdüsel süreçler için bir işaret bağlamında semiyotik olarak değil, daha ziyade kelimenin “sembol” anlamının, bilinç tarafından henüz açıkça kavranmamış karmaşık bir olgu için mümkün olan en iyi ifade bağlamında gerçek anlamda sembolik olarak değerlendirmeye dayanır. Bu ifadenin indirgemeci analizi yoluyla, onu başlangıçta oluşturan unsurların daha net bir görünümünden başka bir şey kazanılmaz ve bu unsurlar hakkında artan içgörünün avantajları olabileceğini inkar etmesem de, yine de amaç sorusunu atlar. Bu analiz aşamasında sembolün çözülmesi bu nedenle bir hatadır. Ancak başlangıçta sembolün önerdiği karmaşık anlamları ortaya çıkarmak için kullanılan yöntem, indirgemeci analizdekiyle aynıdır. Hastanın çağrışımları elde edilir ve kural olarak sentetik yöntemde kullanılacak kadar çoktur. Burada yine semiyotik değil, sembolik olarak değerlendirilirler. Sormamız gereken soru şudur: Bireysel A, B, C çağrışımları, açık rüya içeriğiyle birlikte ele alındığında hangi anlama işaret etmektedir?

[149] Bekar bir kadın hasta, birinin kendisine bir höyükten çıkarılmış harika, zengin bir şekilde süslenmiş, antika bir kılıç verdiğini gördü. [Yorum için bkz. s. 76.]

[150] Bu durumda analist tarafından herhangi bir ek analojiye ihtiyaç duyulmaz. Hastanın çağrışımları gereken her şeyi sağlar. Bu rüya tedavisinin telkin içerdiği itirazında bulunulabilir. Ancak bu, bir telkinin asla içsel bir hazır olma durumu olmadan kabul edilmediği veya büyük ısrardan sonra kabul edilse bile hemen tekrar kaybolduğu gerçeğini göz ardı eder. Uzun süre kabul edilen bir telkin, her zaman yalnızca sözde telkinle harekete geçirilen belirgin bir psikolojik hazırlığı varsayar. Bu nedenle bu itiraz düşüncesizcedir ve telkine hiçbir şekilde sahip olmadığı büyülü bir güç atfeder, aksi takdirde telkin terapisinin çok büyük bir etkisi olur ve analitik prosedürleri tamamen gereksiz hale getirirdi. Ancak durum böyle olmaktan çok uzaktır. Ayrıca, telkin suçlaması, hastanın kendi çağrışımlarının kılıcın kültürel önemine işaret ettiği gerçeğini hesaba katmaz.

[151] Bu parantezden sonra aşkın işlev sorusuna dönelim. Tedavi sırasında aşkın işlevin bir anlamda “yapay” bir ürün olduğunu gördük, çünkü büyük ölçüde analist tarafından destekleniyor. Ancak hastanın kendi ayakları üzerinde durması gerekiyorsa, kalıcı olarak dış yardıma bağımlı olmamalıdır. Rüyaların yorumlanması, bilinçli ve bilinçdışı verileri sentezlemek için ideal bir yöntem olacaktır, ancak pratikte kişinin kendi rüyalarını analiz etme zorlukları çok büyüktür.

ÇAĞRIŞIMLAR

Babası tarafından bir zamanlar güneşin altında parlatılan ve onda büyük bir etki bırakan babasının hançeri. Babası her açıdan enerjik, iradeli, sabırsız bir mizaca sahip ve aşk ilişkilerinde maceraperest bir adamdı. Kelt bronz bir kılıç: Hasta Kelt soyundan gurur duymaktadır. Keltler, mizaçlı, sabırsız, tutkuludurlar. Süslemesi gizemli bir görünüme sahip, kadim gelenek, runlar, kadim bilgeliğin işaretleri, kadim uygarlıklar, insanlığın mirası, mezardan tekrar gün yüzüne çıkarılıyor.

ANALİTİK YORUM

Hasta, erken kaybettiği babasıyla ilgili belirgin bir baba kompleksine ve zengin bir cinsel fantezi dokusuna sahiptir. Babasına karşı güçlü dirençlerle birlikte, her zaman kendisini annesinin yerine koymuştur. Babası gibi bir adamı asla kabul edememiş ve bu nedenle istemeyerek de olsa zayıf, nevrotik erkekleri seçmiştir. Ayrıca analizde, doktor-babaya karşı şiddetli direnç. Rüya, babasının “silahı”na olan arzusunu ortaya çıkarıyor. Geri kalanı açık. Teoride bu, hemen fallik bir fanteziye işaret edecektir.

YAPICI YORUM

Sanki hastanın böyle bir silaha ihtiyacı varmış gibi. Babasının silahı vardı. O enerjikti, buna göre yaşıyordu ve aynı zamanda mizacında var olan zorlukları da üstleniyordu. Bu nedenle, tutkulu, heyecan verici bir hayat sürmesine rağmen nevrotik değildi. Bu silah, hastanın içinde gömülü olan ve kazı (analiz) yoluyla gün yüzüne çıkarılan insanlığın çok eski bir mirasıdır. Silahın içgörüyle, bilgelikle ilgisi vardır. Saldırı ve savunma aracıdır. Babasının silahı, hayatına devam ettiği tutkulu, boyun eğmeyen bir iradeydi. Şimdiye kadar hasta her açıdan tam tersiydi. Bir insanın da bir şey isteyebileceğinin ve her zaman inandığı gibi sadece sürüklenmek zorunda olmadığının farkına varmak üzeredir. Yaşam bilgisine ve içgörüye dayanan irade, insan ırkının kadim bir mirasıdır ve aynı zamanda kendisinde de bulunur, ancak bu konuda da babasının kızı olduğu için şu ana kadar gömülü kalmıştır. Ancak sürekli mızmızlanan, şımartılan, şımarık bir çocuk karakterine sahip olduğu için bunu şimdiye kadar takdir etmemişti. Son derece pasifti ve tamamen cinsel fantezilere teslim olmuştu.

Rüyanın Yorumu (bkz. 149. paragraf)

[152] Şimdi aşkın işlevi üretmek için neyin gerekli olduğunu açıklığa kavuşturmalıyız. Her şeyden önce bilinçdışı materyale ihtiyacımız var. Bilinçdışı süreçlerin en kolay erişilebilir ifadesi şüphesiz rüyalardır. Rüya, tabiri caizse, bilinçdışının saf bir ürünüdür. Rüyaların bilince ulaşma sürecinde geçirdiği değişiklikler inkar edilemez olsa da, bunların da bilinçdışından kaynaklanması ve kasıtlı çarpıtmalar olmaması nedeniyle alakasız kabul edilebilir. Orijinal rüya imgesinin olası değişiklikleri, bilinçdışının daha yüzeysel bir katmanından kaynaklanır ve bu nedenle değerli materyali de içerir. Bunlar, rüyanın genel eğilimini takip eden diğer fantezi ürünleridir. Aynı şey, uyuklarken sıklıkla meydana gelen veya uyanınca kendiliğinden ortaya çıkan sonraki imgeler ve fikirler için de geçerlidir. Rüya uykuda ortaya çıktığı için, mantıksal süreksizlik, parçalı karakter, benzetme oluşumları, sözlü, tonlu veya görsel türden yüzeysel çağrışımlar, yoğunlaşmalar, irrasyonel ifadeler, kafa karışıklığı vb. gibi “abaissement du niveau mental/zihinsel seviyenin düşmesi” (Janet) veya düşük enerji gerilimi özelliklerini taşır. Enerji gerilimi arttıkça rüyalar daha düzenli bir karakter kazanır; dramatik bir şekilde kompoze olur ve net anlam bağlantıları ortaya çıkarır ve çağrışımların geçerliliği artar.

[153] Uykudaki enerji gerilimi genellikle çok düşük olduğundan, rüyalar bilinçli materyalle karşılaştırıldığında bilinçdışı içeriklerin daha düşük ifadeleridir ve yapıcı bir bakış açısından anlaması çok zordur, ancak genellikle indirgemeci olarak anlaması daha kolaydır. Genel olarak, rüyalar özne üzerinde çok büyük taleplerde bulundukları için aşkın işlevi geliştirmede kullanıma uygun değildir veya zor kullanılmaktadır.

[154] Bu nedenle bilinçdışı materyali başka kaynaklarda aramalıyız. Örneğin, uyanık durumda bilinçdışı müdahaleler, “ansızın” gelen fikirler, dil sürçmeleri, aldatmacalar ve hafıza kayıpları, semptomatik eylemler vb. vardır. Bu materyal genellikle yapıcı yöntemden ziyade indirgemeci yöntem için daha kullanışlıdır; anlamlı bir sentez için vazgeçilmez olan süreklilikten yoksundur ve çok parçalıdır.

[155] Bir diğer kaynak da spontan fantezilerdir. Genellikle daha bileşik ve tutarlı bir karaktere sahiptirler ve sıklıkla açıkça anlamlı çok şey içerirler. Bazı hastalar herhangi bir zamanda fanteziler üretebilirler, eleştirel dikkati ortadan kaldırarak serbestçe yükselmelerine izin verirler. Bu tür fanteziler kullanılabilir, ancak bu özel yetenek çok yaygın değildir. Ancak serbest fanteziler üretme kapasitesi pratikle geliştirilebilir. Eğitim öncelikle eleştirel dikkati ortadan kaldırmak, böylece bilinçte bir vakum yaratmak için sistematik alıştırmalardan oluşur. Bu, hazırlıkta bekleyen fantezilerin ortaya çıkmasını teşvik eder. Elbette bir ön koşul da yüksek libido yüklü fantezilerin gerçekten hazırda beklemesidir. Bu doğal olarak her zaman böyle değildir. Durum böyle olmadığında özel önlemler gereklidir.

[156] Bunların tartışmasına girmeden önce, okuyucunun kuşkulu bir şekilde tüm bunların anlamı nedir? Ve bilinçdışı içeriği ortaya çıkarmak neden bu kadar kesinlikle gerekli? Bilinçdışı içeriklerin zaman zaman kendiliğinden ortaya çıkması ve kendilerini tatsız bir şekilde hissettirmeleri yeterli değil mi? Bilinçdışını zorla yüzeye mi sürüklemek gerekiyor? Analizin görevi tam aksine bilinçdışını fantezilerden arındırmak ve bu şekilde etkisiz hale getirmek değil midir? diye soruyor olabileceğini belirten rahatsız edici bir hisse kapılıyorum.

[157] Bilinçdışını bilince getirme yöntemleri okuyucuya yeni, alışılmadık ve hatta belki de biraz garip gelebileceğinden, bu kaygıları biraz daha ayrıntılı olarak ele almak faydalı olabilir. Bu nedenle, söz konusu yöntemleri göstermeye başlamadan önce, bu doğal itirazları tartışmalıyız, böylece bizi oyalamayacaklar.

[158] Gördüğümüz gibi, bilinçli tutumu tamamlamak için bilinçdışı içeriğe ihtiyacımız var. Bilinçli tutum yalnızca küçük bir ölçüde “yönlendirilmiş” olsaydı, bilinçdışı kendi başına kolayca akabilirdi. Bu, örneğin ilkeller gibi düşük bilinç gerilimi seviyesine sahip tüm insanlarda olan şeydir. İlkeller arasında bilinçdışını ortaya çıkarmak için özel bir önlem alınmasına gerek yoktur. Aslında, bilinçdışı yanlarının en az farkında olan insanların ondan en çok etkilenmesi nedeniyle hiçbir yerde bunun için özel önlemler gerekmez. Ama olan bitenin bilincinde değillerdir. Bilinçdışının gizli katılımı, aramaya gerek kalmadan her yerde mevcuttur, ancak bilinçdışında kaldığı için neler olup bittiğini veya ne bekleyeceğimizi asla bilemeyiz. Aradığımız şey, eylemlerimizi etkilemek üzere olan içerikleri bilinçli hale getirmenin bir yoludur, böylece bilinçdışının gizli müdahalesinden ve nahoş sonuçlarından kaçınılabilir.

[159] Okuyucu hiç şüphesiz şunu soracaktır: Bilinçdışı kendi haline bırakılamaz mı? Bu konuda henüz birkaç kötü deneyim yaşamamış olanlar, doğal olarak bilinçdışını kontrol etmek için bir neden görmeyeceklerdir. Ancak yeterince kötü deneyime sahip olan herkes, bunu yapmanın çıplak olasılığını bile hevesle karşılayacaktır. Yönlendirilebilirlik (Directedness), bilinçli süreç için kesinlikle gereklidir, ancak gördüğümüz gibi kaçınılmaz bir tek taraflılığı beraberinde getirir. Tıpkı vücudun olduğu gibi psişe de kendini düzenleyen bir sistem olduğundan, düzenleyici karşı eylem her zaman bilinçdışında gelişecektir. Bilinçli işlevin yönlendirilebilirliği olmasaydı, bilinçdışının karşıt etkileri engellenmeden devreye girebilirdi. Onları dışlayan işte bu yönlendirilebilirliktir. Elbette bu karşı eylemi engellemez, o her şeye rağmen devam eder. Ancak düzenleyici etkisi, eleştirel dikkat ve yönlendirilmiş irade tarafından ortadan kaldırılır, çünkü karşı eylem kendi başına bilinçli yönle uyumsuz görünür. Bu ölçüde uygar insanın psişesi artık kendini düzenleyen bir sistem değildir, daha ziyade hız düzenlemesi o kadar duyarsız olan bir makineye benzetilebilir ki, kendi kendine zarar verme noktasına kadar çalışmaya devam edebilirken, diğer yandan tek taraflı bir iradenin keyfi manipülasyonlarına tabidir.

[160] Şimdi psişik işleyişin bir özelliği de bilinçdışı karşı eylemin bastırılması durumunda düzenleyici etkisini kaybetmesidir. O zaman bilinçli süreç üzerinde hızlandırıcı ve yoğunlaştırıcı bir etkiye sahip olmaya başlar. Sanki karşı eylem düzenleyici etkisini ve dolayısıyla enerjisini tamamen kaybetmiş gibi, çünkü o zaman sadece hiçbir engelleyici karşı eylemin gerçekleşmediği değil, aynı zamanda enerjisinin bilinçli yönün enerjisine eklendiği görünen bir durum ortaya çıkar. Başlangıçta bu doğal olarak bilinçli niyetlerin yerine getirilmesini kolaylaştırır, ancak kontrol edilmedikleri için kolayca bütünün pahasına kendilerini kabul ettirebilirler. Örneğin, biri oldukça iddialı bir iddiada bulunduğunda ve karşı eylemi, yani yerinde şüpheyi bastırdığında, kendi zararına olsa bile her şeye rağmen ısrar edecektir.

[161] Karşı eylemin ortadan kaldırılma kolaylığı, psişenin ayrışabilirliği derecesiyle orantılıdır ve içgüdünün kaybına yol açar. Bu, uygar insanın karakteristiği olduğu kadar onun için de çok gereklidir, çünkü içgüdüler orijinal güçlerinde sosyal uyumu neredeyse imkânsız hale getirebilirler. Bu içgüdünün gerçek bir atrofisi değildir, çoğu durumda sadece eğitimin nispeten kalıcı bir ürünüdür ve bireyin çıkarlarına hizmet etmeseydi asla bu kadar derin kökler salmazdı.

[162] Pratikte karşılaşılan günlük vakaların yanı sıra, bilinçdışı düzenleyici etkinin bastırılmasına iyi bir örnek Nietzsche’nin Zerdüşt’ünde bulunabilir. “Üstün” insanın ve aynı zamanda “en çirkin” insanın keşfi, düzenleyici etkiyi ifade eder, çünkü “yüksek” insanlar Zerdüşt’ü her zaman olduğu gibi ortalama insanlığın kolektif alanına indirmek isterken, “en çirkin” insan aslında karşı eylemin kişileşmesidir. Ancak Zerdüşt’ün ahlaki kanaatinin kükreyen aslanı, tüm bu etkileri, özellikle de acıma duygusunu tekrar bilinçdışının mağarasına geri zorlar. Böylece düzenleyici etki bastırılır, ancak bundan sonra Nietzsche’nin yazılarında açıkça fark edilen bilinçdışının gizli karşı eylemi bastırılmaz. İlk olarak rakibi Parsifal‘i affedemediği Wagner’de arar, ancak kısa süre sonra tüm öfkesi Hıristiyanlığa ve özellikle de bir şekilde Nietzsche’nin kaderine benzer bir kader yaşayan Aziz Pavlus’a yönelir. İyi bilindiği gibi, Nietzsche’nin psikozu ilk olarak “Çarmıha Gerilmiş İsa” ile ve daha sonra parçalanmış Dionysus ile özdeşleşme üretti. Bu felaketle birlikte karşı eylem nihayet yüzeye çıktı.

[163] Bir diğer örnek, Daniel Kitabı’nın dördüncü bölümünde bizim için korunan klasik megalomani vakasıdır. Gücünün zirvesindeki Nebukadnezar, eğer kendini mütevazı bir hale getirmezse felaket olacağını öngören bir rüya gördü. Daniel rüyayı çok harika bir şekilde yorumladı, ancak yine de dinlenmedi. Sonraki olaylar, yorumunun doğru olduğunu gösterdi, çünkü Nebukadnezar, bilinçdışı düzenleyici etkiyi bastırdıktan sonra, kaçmaya çalıştığı karşı eylemi içeren bir psikozun kurbanı oldu: “yeryüzünün efendisi” olan kendisi, bir hayvan mertebesine düşürüldü.

[164] Tanıdığım biri bana bir keresinde bir dağın tepesinden uzaya çıktığı bir rüya anlattı. Ona bilinçdışının etkisi hakkında bir şeyler açıkladım ve düzenli olarak tutkusu olduğu tehlikeli dağcılık seferlerine karşı onu uyardım. Ama bu tür fikirlere güldü. Birkaç ay sonra bir dağa tırmanırken gerçekten uzaya adım attı ve öldü.

[165] Bu şeylerin her türlü dramatik yoğunlukta tekrar tekrar gerçekleştiğini gören herkes, üzerinde düşünmek zorundadır. Düzenleyici etkileri gözden kaçırmanın ne kadar kolay olduğunun ve zihinsel ve fiziksel sağlığımız için çok gerekli olan bilinçdışı düzenlemeye dikkat etmeye çabalaması gerektiğinin farkına varır. Buna göre, öz gözlem ve öz eleştiri uygulaması yaparak kendine yardım etmeye çalışacaktır. Ancak, bilinçdışı ile temas kurmanın bir yolu olarak salt öz gözlem ve entelektüel öz analiz tamamen yetersizdir. Hiçbir insan kötü deneyimlerden kurtulamasa da, herkes onlardan kaçınmanın herhangi bir yolunu görürse özellikle onları göze almaktan çekinir. Bilinçdışının düzenleyici etkileri bilgisi, işte böyle bir olasılık sunar ve aslında birçok kötü deneyimi gereksiz kılar. Özel bir çekiciliğe sahip olmayan, ancak yalnızca can sıkıcı çatışmalarla ayırt edilen birçok dolambaçlı yoldan kaçınabiliriz. Bilinmeyen ve keşfedilmemiş topraklarda dolambaçlı yollar yapmak ve acı verici hatalar yapmak yeterince kötüdür, ancak yerleşim yerlerinde geniş yollarda kaybolmak sadece sinir bozucudur. O zaman, düzenleyici faktörler hakkında bilgi edinme konusunda emrimizde olan araçlar nelerdir?

[166] Fantezileri serbestçe üretme kapasitesi yoksa, yapay yardıma başvurmak zorundayız. Bu tür bir yardıma başvurmanın nedeni genellikle yeterli bir neden bulunamayan depresif veya rahatsız bir zihin durumudur. Doğal olarak hasta çok sayıda rasyonel neden verebilir; kötü hava bile bir neden olarak yeterlidir. Ancak bunların hiçbiri gerçek bir açıklama olarak tatmin edici değildir, çünkü bu durumların nedensel açıklaması genellikle yalnızca bir dış gözlemciyi tatmin eder ve sonra da yalnızca bir noktaya kadar. Dış gözlemci, nedensel gereksinimleri az çok karşılansa yeterlidir; şeyin nereden geldiğini bilmesi onun için yeterlidir; hastanın depresyonda yatan meydan okumayı hissetmez. Hasta, her şeyin ne için olduğunu ve nasıl rahatlayacağını bilmek ister. Duygusal rahatsızlığın yoğunluğunda, uyumun azalmış durumunu iyileştirmek için kullanması gereken değer, enerji yatar. Bu durumu bastırmakla veya rasyonel olarak değerini düşürmekle hiçbir şey elde edilmez.

[167] Bu nedenle, yanlış yerde bulunan enerjiyi ele geçirmek için, duygusal durumu prosedürün temeli veya başlangıç noktası yapmalıdır. Kendisini içinde bulunduğu ruh haline olabildiğince bilinçli hale getirmeli, kendini ona çekinmeden batırmalı ve ortaya çıkan tüm fantezileri ve diğer çağrışımları kağıda not etmelidir. Fanteziye olabildiğince serbest bir oyun alanı verilmelidir, ancak “zincirleme reaksiyon” çağrışım sürecini başlatarak, nesnesinin, yani etkinin yörüngesinden ayrılacak şekilde değil. Freud’un adlandırdığı bu “serbest çağrışım”, nesneden uzaklaşarak her türlü komplekse yönlendirir ve bunların etkiyle ilgili olup olmadığından ve onun yerine ortaya çıkmış kaymalar olmadığından asla emin olamaz. Nesneyle bu meşguliyetin sonucu olarak, depresyonun içeriğini ya somut olarak ya da sembolik olarak bir şekilde yeniden üreten ruh halinin az çok eksiksiz bir ifadesi ortaya çıkar. Depresyon bilinçli zihin tarafından üretilmediği, bilinçdışından gelen istenmeyen bir müdahale olduğu için, ruh halinin işlenmesi, bir nevi depresyonda toplanmış olan bilinçdışının içeriğinin ve eğilimlerinin bir resmidir. Tüm prosedür, etkinin zenginleştirilmesi ve açıklığa kavuşturulması gibidir, bu sayede etki ve içeriği bilince daha yakın hale gelir, aynı zamanda daha etkileyici ve daha anlaşılır hale gelir. Bu çalışma kendi başına olumlu ve canlandırıcı bir etkiye sahip olabilir. Her durumda, daha önce ilgisiz olan etkinin, bilinçli zihnin yardımı ve işbirliği sayesinde az çok net ve belirgin bir fikir haline gelmesiyle yeni bir durum yaratılır. Bu, aşkın işlevin, yani bilinçli ve bilinçdışı verilerin işbirliğinin başlangıcıdır.

[168] Duygusal rahatsızlık, yalnızca zihinsel olarak açıklığa kavuşturularak değil, aynı zamanda görünür bir şekil verilerek de ele alınabilir. Çizim veya resim yeteneğine sahip hastalar, ruh hallerini bir resim aracılığıyla ifade edebilirler. Resmin teknik veya estetik olarak tatmin edici olması önemli değildir, ancak sadece fantezinin serbest oynaması ve her şeyin mümkün olduğunca iyi yapılması önemlidir. Prensip olarak bu prosedür, ilk açıklananla aynıdır. Burada da bilinçli ve bilinçdışı tarafından etkilenen, bilinçdışının ışığa çabalamasını ve bilincin öz arayışını somutlaştıran bir ürün yaratılır.

[169] Ancak sıklıkla, hiçbir somut ruh hali veya depresyonun olmadığı, sadece genel, donuk bir hoşnutsuzluk, her şeye karşı bir direnç duygusu, bir tür can sıkıntısı veya belirsiz bir tiksinti, tanımlanamayan ama dayanılmaz bir boşluk olduğu vakalarla karşılaşırız. Bu durumlarda, kesin bir başlangıç noktası yoktur; öncelikle oluşturulması gerekecektir. Burada, özellikle geceleri, libidonun her durumda içe dönme eğiliminde olduğu durumlarda, tam dinlenme gibi elverişli dış koşullarla desteklenen özel bir libido içe dönüklüğü gereklidir. (“İşte gece: şimdi tüm kaynakların (fountains) sesi daha yüksek çıkıyor. Ve esasen Ruhum da kaynayan/kabarcıklı bir kaynaktır.”/Böyle Buyurdu Zerdüşt, XXXI, Gecenin Şarkısı)

[170] Eleştirel dikkat ortadan kaldırılmalıdır. Görsel türler, içsel bir imgenin üretileceği beklentisine odaklanmalıdır. Kural olarak, böyle bir fantezi resmi aslında ortaya çıkacaktır – belki de hipnagojik olarak – ve dikkatlice gözlemlenmeli ve yazılı olarak not edilmelidir. İşitsel-sözel türler genellikle içsel kelimeler duyarlar, belki de başlangıçta anlamsız görünen cümlelerin yalnızca parçaları duyarlar, ancak bunlar da dikkatlice not edilmelidir. Başkaları bu tür zamanlarda sadece “diğer” seslerini duyarlar. Gerçekten de, söyledikleri veya yaptıkları her şeyi anında yorumlayan bir tür iç eleştirmen veya yargıca sahip olduklarının farkında olan çok sayıda insan vardır. Akıl hastaları bu sesi doğrudan işitsel halüsinasyonlar olarak duyarlar. Ancak normal insanlar da, iç yaşamları oldukça gelişmişse, bu duyulmayan sesi zorluk çekmeden yeniden üretebilirler, ancak kötü şöhretli bir şekilde sinir bozucu ve inatçı olduğu için neredeyse her zaman bastırılır(repression). Bu tür kişilerin bilinçdışı materyali elde etmekte ve böylece aşkın işlevin temelini atmakta çok az zorluğu olur.

[171] Yine, başkaları var ki, içlerinde hiçbir şey görmezler ve duymazlar, ancak elleri bilinçdışının içeriğini ifade etme becerisine sahiptir. Bu tür insanlar plastik malzemelerle verimli bir şekilde çalışabilirler. Bilinçdışını bedensel hareketler yoluyla ifade edebilenler ise oldukça nadirdir. Hareketlerin zihinde kolayca sabitlenememesi dezavantajı, daha sonra hareketlerin dikkatli çizimlerini yaparak, hafızaya kaybolmamaları sağlanarak giderilmelidir. Daha nadir, ancak aynı derecede değerli olan ise otomatik yazma, doğrudan veya planşetle olan yazmadır. Bu da faydalı sonuçlar verir.

[172] Şimdi bir sonraki soruya geliyoruz: Açıklanan şekillerden birinde elde edilen materyalle ne yapılmalı? Bu soruya önsel bir cevap yoktur; ancak bilinçli zihin bilinçdışının ürünleriyle karşı karşıya geldiğinde, sonraki prosedürü belirleyen geçici bir tepki ortaya çıkar. Yalnızca pratik deneyim bize bir ipucu verebilir. Deneyimlerime göre, iki ana eğilim ortaya çıkıyor. Biri yaratıcı formülasyon yolu, diğeri ise anlama yoludur.

[173] Yaratıcı formülasyon ilkesinin ağır bastığı yerlerde, materyal sürekli olarak çeşitlenir ve artırılır, ta ki motiflerin az çok basmakalıp sembollere yoğunlaşması gerçekleşene kadar. Bunlar yaratıcı fanteziyi harekete geçirir ve esas olarak estetik motifler olarak hizmet eder. Bu eğilim, sanatsal formülasyonun estetik sorununa yol açar.

[174] Öte yandan, anlama ilkesinin ağır bastığı yerlerde estetik görünüm nispeten az ilgi görür ve hatta zaman zaman bir engel olarak bile hissedilebilir. Bunun yerine, bilinçdışı ürünün anlamını anlamak için yoğun bir mücadele vardır.

[175] Estetik formülasyon motifin formal yönüne odaklanma eğilimindeyken, sezgisel bir anlayış genellikle daha dikkatli bir formülasyonda ortaya çıkacak unsurları dikkate almadan, materyaldeki yetersiz ipuçlarından anlamı yakalamaya çalışır.

[176] Bu eğilimlerden hiçbiri keyfi bir irade çabasıyla ortaya çıkarılamaz; onlar bireysel kişiliğin kendine özgü yapısının daha çok sonucudurlar. Her ikisinin de tipik tehlikeleri vardır ve kişiyi yoldan çıkarabilirler. Estetik eğilimin tehlikesi, fantezi üretimlerinin biçimsel veya “sanatsal” değerinin aşırı değerlenmesidir; libido, aşkın işlevin gerçek hedefinden saptırılır ve sanatsal ifadenin tamamen estetik sorunlarına yönlendirilir. Anlamını anlama isteğinin tehlikesi, içeriğin aşırı değerlenmesidir, bu içerik entelektüel analiz ve yorumlamaya tabi tutulur, böylece ürünün esasen sembolik karakteri kaybolur. Psişik gelişimin belirli bir noktasına ulaşıldıktan sonra, bilinçdışının ürünleri daha önce sınırsız bir şekilde değerinin altında görüldüğü için tam da bu nedenle büyük ölçüde aşırı değerlenir. Bu değer düşüklüğü, bilinçdışı materyali formüle etmedeki en büyük engellerden biridir. Bireysel olan her şeyin değerlendirildiği kolektif standartları ortaya koymaktadır: Çağdaş sanatın bu konuda telafi edici çabalara başlaması doğru olsa da, kolektif şemaya uymayan hiçbir şey iyi veya güzel kabul edilmez. Eksik olan, bireysel ürünün kolektif olarak tanınması değil, öznel takdiri, anlamının ve özne için değerinin anlaşılmasıdır. Kendi ürününe karşı bu aşağılık duygusu, elbette, her yerde kural değildir. Bazen tam tersini buluruz: Başlangıçtaki aşağılık duygusunun üstesinden gelindikten sonra, kolektif olarak tanınma talebiyle birleşen naif ve eleştirel olmayan bir aşırı değerleme. Tersine, başlangıçtaki bir aşırı değerleme kolaylıkla küçümseyici bir şüpheciliğe dönüşebilir. Bu hatalı yargılar, bireyin bilinçsizliğinden ve özgüven eksikliğinden kaynaklanmaktadır: ya sadece kolektif standartlara göre yargılama yapabilir ya da ego-enflasyonu nedeniyle yargılama kapasitesini tamamen kaybeder.

[177] Bir eğilim, diğerinin düzenleyici ilkesi gibi görünmektedir; her ikisi de telafi edici bir ilişkide birbirine bağlıdır. Deneyimler bu formülü doğrular. Bu aşamada daha genel sonuçlar çıkarılması mümkün olduğu kadarıyla, estetik formülasyonun anlamın anlaşılmasına ve anlamanın da estetik formülasyona ihtiyaç duyduğunu söyleyebiliriz. İkisi, aşkın işlevi oluşturmak için birbirini tamamlar.

[178] Her iki yolda atılan ilk adımlar aynı ilkeyi izler: bilinç, ifade araçlarını bilinçdışı içeriğin kullanımına sunar. İlk başta, gereksiz etki uygulamamak için bundan daha fazlasını yapmamalıdır. İçeriğe biçim verirken, önderlik, bilinçdışının ortaya attığı şans fikirlerine ve çağrışımlara olabildiğince bırakılmalıdır. Bu, doğal olarak bilinçli bakış açısı için bir gerilemedir ve genellikle acı verici olarak hissedilir. Bilinçdışının içeriğinin genellikle kendilerini nasıl sunduklarını hatırladığımızda bunu anlamak zordur: doğası gereği eşiği geçemeyecek kadar zayıf şeyler veya çeşitli nedenlerle bastırılan uyumsuz unsurlar olarak. Çoğunlukla, hoş karşılanmayan, beklenmedik, irrasyonel içeriklerdir ve bunların ihmal edilmesi veya bastırılması tamamen anlaşılabilir görünmektedir. Küçük bir bölümü, kolektif veya öznel bakış açısından olsun, alışılmadık bir değere sahiptir. Ancak kolektif olarak değersiz olan içerikler, bireyin bakış açısından bakıldığında son derece değerli olabilir. Bu gerçek kendini, öznenin bunu olumsuz veya olumlu olarak hissetmesine bakılmaksızın, duygusal tonunda ifade eder. Toplum da duygusallıklarını dayatan yeni ve bilinmeyen fikirleri kabul etme konusunda bölünmüştür. İlk prosedürün amacı, duygu yüklü içerikleri keşfetmektir, çünkü bu durumlarda her zaman bilinçliliğin tek taraflılığının içgüdüsel alanın direnciyle karşılaştığı durumlarla karşı karşıya kalırız.

[179] İki yol, estetik sorun bir tür insan için ve entelektüel-ahlaki sorun ise diğeri için belirleyici olana kadar ayrılmaz. İdeal durum, bu iki yönün yan yana var olabilmesi veya ritmik olarak birbirini takip edebilmesidir; yani, yaratılış ve anlayışın bir dönüşümü olsaydı. Bazen pratikte meydana gelse de, birinin diğeri olmadan var olması pek mümkün görünmüyor: yaratıcı dürtü, kendi anlamını yitirecek olsa bile nesneyi ele geçirir veya anlama dürtüsü, ona şekil verme gerekliliğini geçersiz kılar. Bilinçdışı içerikler, her şeyden önce, ancak onlara şekil verilerek yapılabilecek şekilde açıkça görülmek isterler ve ancak söyleyecekleri her şey somut olarak mevcut olduğunda yargılanmak isterler. Bu nedenle Freud, yorumlamaya başlamadan önce, rüya içeriklerinin “serbest çağrışımlar” biçiminde kendilerini ifade etmelerini sağlamıştır.

[180] Bir rüya içeriğinin yalnızca kavramsal bağlamını aydınlatmak her durumda yeterli değildir. Sıklıkla belirsiz bir içeriği görünür bir şekil vererek açıklığa kavuşturmak gerekir. Bu, çizim, resim veya modelleme ile yapılabilir. Eller sıklıkla, entelekyanın boşuna uğraştığı bir bilmeceyi nasıl çözeceğini bilir. Rüyayı şekillendirerek, uyanık halde onu daha ayrıntılı olarak görmeye devam eder ve başlangıçta anlaşılamayan, yalıtılmış olay, öznenin bilincinin dışında kalsa da, toplam kişiliğin alanına entegre edilir. Estetik formülasyon burada ayrılır ve anlamı keşfetme fikrinden tamamen vazgeçer. Bazen bu çizimler hastaların kendilerini sanatçı olarak hayal etmelerine yol açar —yanlış anlaşılan sanatçılara, hâliyle. Anlama arzusu, dikkatli bir formülasyondan vazgeçerse, rastlantısal bir fikir veya ilişkiyle başlar ve bu nedenle yeterli bir temelden yoksundur. Ancak formüle edilmiş ürünle başlarsa, başarı şansı daha yüksektir. Başlangıç materyali ne kadar az şekillendirilir ve geliştirilirse, anlamanın ampirik gerçekler tarafından değil, teorik ve moral değerlendirmeler tarafından yönetilmesi tehlikesi o kadar büyük olur. Bu aşamada ilgilendiğimiz türden bir anlama, orijinal “şans” fikrinde içkin gibi görünen anlamın yeniden yapılandırılmasından oluşur.

[181] Böyle bir prosedürün ancak onun için yeterli bir motif var olduğunda meşru olarak gerçekleşebileceği açıktır. Aynı şekilde liderlik bilinçdışına bırakılabilir, eğer zaten liderlik etme iradesini içeriyorsa (önderlik —OB). Bu doğal olarak yalnızca bilinçli zihin kendisini kritik bir durumda bulduğunda olur. Bilinçdışı içeriğe şekil verildikten ve formülasyonun anlamı anlaşıldıktan sonra, egonun bu pozisyonla nasıl ilişki kuracağı ve egonun ve bilinçdışının nasıl anlaşmaya varacağı sorusu ortaya çıkar. Bu, prosedürün ikinci ve daha önemli aşamasıdır; bir üçüncüyü üretmek için zıtların bir araya getirilmesi: aşkın işlev. Bu aşamada liderliği ele alan artık bilinçdışı değil, egodur.

[182] Bireysel egoyu burada tanımlamayacağız, ancak onu çocukluktan bu yana varlığını hissettiren sürekli bir bilinç merkezi olarak sıradan gerçekliğinde bırakacağız. Ego, varlığını büyük ölçüde bilinçdışı bir sürece borçlu olan ve bu nedenle ego ve onun eğilimlerine bir dereceye kadar karşı olan bir psişik ürünle karşı karşıyadır.

[183] Bilinçdışı ile başa çıkmada bu bakış açısı önemlidir. Egonun pozisyonu, bilinçdışının karşıt pozisyonu kadar değerli olmalıdır ve tersi de geçerlidir. Bu, çok gerekli bir uyarıdır: Medeni insanın bilinçli zihni bilinçdışı üzerinde sınırlayıcı bir etkiye sahip olduğu gibi, keşfedilen bilinçdışı da ego üzerinde gerçekten tehlikeli bir etkiye sahip olabilir. Tıpkı egonun daha önce bilinçdışını bastırdığı gibi, serbest bırakılmış bir bilinçdışı da egoyu bir kenara itebilir ve onu alt edebilir. Ego, deyim yerindeyse, aklını kaybetme tehlikesiyle karşı karşıya kalır, duygusal faktörlerin baskısına karşı kendini savunamayacak hale gelir ki bu durum genellikle şizofreninin başlangıcında görülür. Bu tehlike, bilinçdışı ile yüzleşme süreci bir şekilde duyguların dinamizmini ortadan kaldırabilseydi var olmazdı ya da bu kadar keskin olmazdı. Ve bu, karşıt pozisyon estetikleştirildiğinde veya entelektüelleştirildiğinde gerçekten de olur. Ancak bilinçdışı ile karşılaşma çok yönlü olmalıdır; çünkü aşkın işlev şartlı bir süreçte işleyen kısmi bir süreç değildir; tüm yönlerin dahil edilmesi gereken bütünsel ve tam bir olaydır. Bu nedenle, duygu tam gücüyle uygulanmalıdır. Estetikleştirme ve entelektüelleştirme, tehlikeli duygulara karşı mükemmel silahlardır, ancak sadece hayati bir tehdit olduğunda kullanılmalıdır, gerekli bir görevden kaçınmak için değil.ır.

[184] Freud’un temel içgörüsü sayesinde, nevrozların tedavisinde duygusal faktörlerin tam olarak dikkate alınması gerektiğini biliyoruz. Kişilik bir bütün olarak ciddiye alınmalıdır ve bu hem hasta hem de analist için geçerlidir. İkincisinin teori kalkanının arkasına ne kadar gizlenebileceği, onun takdirine bırakılacak hassas bir konu olmaya devam ediyor. Her durumda, nevrozların tedavisi bir tür psikolojik su kürü değil, her yönde işleyen ve hayatın her alanına nüfuz eden kişiliğin yenilenmesidir. Karşıt pozisyonla uzlaşmak, bazen çok şeyin bağlı olduğu ciddi bir konudur. Diğer tarafı ciddiye almak, sürecin temel bir ön koşuludur, çünkü düzenleyici faktörler yalnızca bu şekilde eylemlerimiz üzerinde bir etki yaratabilirler. Ciddiye almak, onu kelimesi kelimesine almak anlamına gelmez, ancak bilinçdışına itibar etmek anlamına gelir, böylece otomatik olarak onu rahatsız etmek yerine bilinçle işbirliği yapma şansı olur.

[185] Böylece, bilinçdışı ile uzlaşmada, yalnızca egonun bakış açısı haklı olmakla kalmaz, aynı zamanda bilinçdışına da aynı yetki verilir. Ego önder olur, ancak bilinçdışının da söz hakkı olmasına izin verilmelidir – audiatur et altera pars/diğer taraf da dinlensin.

[186] Bunun nasıl yapılabileceği, en iyi şekilde “diğer” sesin az çok belirgin olarak duyulduğu durumlarda gösterilir. Bu tür insanlar için, “diğer” sesi yazılı olarak not etmek ve ego bakış açısından ifadelerine yanıt vermek teknik olarak çok basittir. Sanki iki insan arasında eşit haklarla, her biri diğerine geçerli bir argüman için kredi veren ve çelişkili bakış açılarını kapsamlı bir karşılaştırma ve tartışma yoluyla değiştirmeyi veya bunları birbirinden net bir şekilde ayırmayı değerli gören bir diyalog yaşanıyormuş gibidir. Anlaşma yolunun nadiren açık olması nedeniyle, çoğu durumda her iki taraftan da fedakârlık talep eden uzun bir çatışmaya katlanmak gerekecektir. Böyle bir yakınlaşma hasta ile analist arasında da gerçekleşebilir ve şeytanın avukatlığı rolü kolaylıkla analiste düşebilir.

[187] Günümüz, insanların bir başkasının argümanını ne kadar az dikkate aldığını, oysa bu kapasitenin herhangi bir insan topluluğu için temel ve vazgeçilmez bir koşul olduğunu dehşet verici bir açıklıkla gösteriyor. Kendisiyle uzlaşmayı öneren herkes, bu temel sorunla hesaplaşmalıdır. Çünkü, diğer kişinin geçerliliğini kabul etmediği ölçüde, kendi içindeki “diğer” kişinin var olma hakkını inkar eder ve bunun tersi de geçerlidir. İç diyalog yeteneği, dış objektifliğin bir turnusol testidir.

[188] İç diyalog durumunda uzlaşma süreci basit olsa da, yalnızca görsel ürünlerin mevcut olduğu diğer durumlarda şüphesiz daha karmaşıktır ve bu ürünler onu anlayan biri için yeterince etkileyici bir dil konuşur, ancak anlamayan biri için sağır-dilsiz bir dil gibi görünür. Bu tür ürünlerle karşı karşıya kalan ego, girişimi ele almalı ve şu soruyu sormalıdır: “Nasıl olur da bu işaretten etkileniyorum?” Bu Faustvari soru aydınlatıcı bir cevap ortaya çıkarabilir. Cevap ne kadar doğrudan ve doğal olursa, o kadar değerli olacaktır, çünkü doğrudanlık ve doğallık az çok bütünsel bir tepkiyi garanti eder. Yüzleşme sürecinin kendisinin her ayrıntısında bilinçli hale gelmesi kesinlikle gerekli değildir. Çok sık olarak, bütünsel bir tepki, net bir şekilde algılamayı mümkün kılacak teorik varsayımlara, görüşlere ve kavramlara sahip değildir. Bu gibi durumlarda, yerlerine geçen ve akıllıca konuşmaktan daha değerli olan sözsüz ama düşündürücü duygularla yetinilmelidir.

[189] Argümanların ve etkilerin gidip gelmesi, zıtların aşkın işlevini temsil eder. İki pozisyonun yüzleşmesi, enerjiyle dolu bir gerilim yaratır ve zıtlıklar arasındaki askıya almadan, bir üçüncü şeyi, yaşayan bir şeyi yaratır – tertium non datur/ üçüncü yol yoktur ilkesine göre mantıksal bir ölü doğum değil, zıtlıklar arasındaki askıya almadan bir hareket, yeni bir varlık düzeyine, yeni bir duruma yol açan yaşayan bir doğumdur. Aşkın işlev, birleşmiş zıtların bir niteliği olarak kendini gösterir. Bunlar —doğal olarak çatışmadan kaçınmak amacıyla —ayrı tutulduğu sürece, işlev görmez ve atıl kalır.

[190] Zıtlıklar bireyde hangi form altında tezahür ederse etsin, temelde her zaman tek yanlılığa saplanmış, kaybolmuş bir bilinç durumu söz konusudur ve bu bilinç, içgüdüsel bütünlük ve özgürlük imgesiyle yüzleşiyordur. Bu, bir yandan sözde engellenmemiş içgüdü dünyasıyla, diğer yandan da sık sık yanlış anlaşılan manevi fikirleri dünyasıyla, tek yanlılığımızı telafi eden ve düzelten, karanlıktan ortaya çıkan ve temel kalıptan(pattern) nasıl ve nerede saptığımızı ve kendimizi psikolojik olarak sakatladığımızı gösteren antropoid (insansı) ve arkaik insanın bir resmini sunar.

[191] Burada kendimi aşkın işlevin dış biçimlerinin ve olasılıklarının bir açıklamasıyla sınırlamak zorundayım. Daha büyük öneme sahip bir diğer görev de içeriğinin açıklaması olacaktır. Bu konuda zaten çok fazla materyal var, ancak henüz sunum yolundaki tüm zorlukların üstesinden gelinemedi. Aşkın işlevin içeriğinin net ve anlaşılır bir açıklamasını yapmamızı sağlayacak kavramsal temelin atılması için hala bir dizi hazırlık çalışmasına ihtiyaç duyulmaktadır. Ne yazık ki, bilimsel kamuoyunun, psikolojik bir argümanı takip etme konumunda olmadığını deneyimledim, çünkü ya çok kişisel algılıyorlar ya da felsefi veya entelektüel önyargılarla rahatsız oluyorlar. Bu, psikolojik faktörlerin anlamlı bir şekilde takdir edilmesini tamamen imkansız hale getirir. İnsanlar kişisel olarak algılarsa, yargıları her zaman subjektiftir ve kendi durumlarında geçerli görünmeyen veya kabul etmek istemedikleri her şeyi imkansız ilan ederler. Kendileri için geçerli olanın, farklı bir psikolojiye sahip başka bir kişi için hiç de geçerli olmayabileceğinin farkına varamazlar. Henüz her durumda genel geçerli bir açıklama şemasına sahip olmaktan çok uzağız.

[192] Psikolojik anlamanın önündeki en büyük engellerden biri, ortaya konulan psikolojik faktörün “doğru” mu yoksa “geçerli” mi olduğunu bilme konusundaki meraklı arzudur. Açıklaması hatalı veya yanlış değilse, o zaman faktör kendi içinde geçerlidir ve varlığıyla geçerliliğini kanıtlar. Birisinin, ördek gagalı ornitorenkin, Yaradan’ın iradesinin “doğru” veya “geçerli” bir icadı olup olmadığını sorması da aynı derecede çocukçadır. Mitolojik varsayımların psişenin yaşamında oynadığı role karşı önyargı da aynı derecede çocukçadır. “Doğru” olmadıkları için bilimsel bir açıklamada yerlerinin olmadığı savunulmaktadır. Ancak mitolojemler vardır ve onların açıklamaları bizim “gerçek” anlayışımızla örtüşmese bile mevcuttur.

[193] Karşıt pozisyonla uzlaşma süreci bütünsel bir karaktere sahip olduğundan, hiçbir şey dışlanmaz. Bilinçli hale gelen yalnızca parçalar olsa bile, her şey tartışmaya katılır. Bilinç, daha önce bilinçdışında olan içeriklerle yüzleşme yoluyla sürekli genişler ya da daha doğrusu, onları bütünleştirme zahmetine katlanırsa genişleyebilir. Bu doğal olarak her zaman böyle değildir. Yöntemi anlamak için yeterli zekâ olsa bile, cesaret ve özgüven eksikliği olabilir ya da zihinsel ve ahlaki olarak tembel veya korkak olmak çaba göstermemeyi beraberinde getirebilir. Ancak gerekli koşullar mevcut olduğunda, aşkın işlev sadece psikoterapötik tedaviye değerli bir katkı sağlamakla kalmaz, aynı zamanda hastaya analiste kendi kaynaklarıyla yardımcı olma ve sık sık aşağılayıcı olarak hissedilen (ona olan) bağımlılığı kırma gibi paha biçilmez bir avantaj sunar. Bu, kişinin kendi çabalarıyla özgürlüğe kavuşmanın ve kendisi olma cesaretini bulmanın bir yoludur.

Türkçe Literatürdeki C.G. Jung Kavramları Hakkında

Çeviri, kavram ve kültür inşasının etkileşimi üzerine bir giriş yazısı niteliğinde, okuma yaparken karşılaştığım bir durumdan ötürü yaptığım bir incelemeyi ve bununla ilgili yorumlarımı paylaşmak, en azından belki bazı zihinlere çarpmasını sağlayıp belki bir farkındalık uyandırmak ve yaptığım işlerden ötürü duyumsadığım sorumluluk bilinciyle konuyu es geçmediğimi bu yazıyla bildirmek istedim.

Öncelikle Jung’un, ‘İnsan Ruhuna Yöneliş’ (İRY) adıyla anılan İngilizce’de bir kitabı yok. Türkçe’ye çevirisi Fransızca aslından (L’Homme à la découverte de son âme) Engin Büyükinal tarafından yapılan bir çeviri olduğundan ötürü benim gibi İngilizce’de karşılığını aramaya uğraşmayın. İRY, Jung’u Fransızlara tanıtmak için Jung’un makalelerinden toparlanmış bir derleme. Bu çeviride bulunan ‘Çağdaş Ruhun Görünümleri’ başlığı altındaki yazısı, İngilizce ‘Modern Man in Search of a Soul’ (MMSS) kitabında ‘The Basic Postulates Of Analytical Psychology’ başlığının altında yer alan bir makale. Sanırım henüz bu kitabın (MMSS) Türkçe çevirisi yok. Bu yazının orijinali 1931’de Europäische Revue adlı dergide “Die Entschleierung der Seele” (Ruhun görünüşe çıkması) adıyla basılmış ve makalelerin toplu hali “Wirklichkeit der Seele” adı altında Almanca olarak da bulunmakta. Tüm bunları niye anlattım ve bu girişi niye yaptım?

İnsan Ruhuna Yöneliş’in Giriş cümlesiyle başlayalım:

“Ortaçağ’ın, Antikçağ’ın hatta tüm insanlığın, daha ilk günlerinden bu yana maddi ruha inanış içinde yaşamalarına karşın 19’uncu yüzyılın ikinci yarısında “ruhsuz” bir ruhbilimin doğuşuna tanık oluyoruz.”

MMSS Giriş cümlesi:

It was universally believed in the Middle Ages as well as in the Greco-Roman world that the soul is a substance. Indeed, mankind as a whole has held this belief from its earliest beginnings, and it was left for the second half of the nineteenth century to develop a “psychology without the soul.”

Düzeltilmemiş Google Çeviri çıktısı:

Orta Çağ’da ve Greko-Romen dünyasında ruhun bir madde olduğuna evrensel olarak inanılıyordu. Gerçekten de, insanlık bir bütün olarak bu inancı ilk başlangıcından beri benimsemiştir ve “ruhsuz bir psikoloji” geliştirmek için on dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısına bırakılmıştır.

Bu fena olmayan bir çeviri ama tek bir kelime değişince çok daha anlamlı oluyor, Madde kelimesini Töz ile değiştirdiğimizde (ve diğer düzeltmelerle):

“İlk Çağ’da olduğu kadar Orta Çağ’daki dünyada da ruhun bir töz olduğuna evrensel olarak inanılıyordu. Gerçekten de bütün insanlık bu inancı ilk başlangıcından beri benimsemiştir ve “ruhsuz bir psikoloji” geliştirmek on dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısına bırakılmıştır.”

Aradaki farkı herhalde ben abartıyorum.

Peki buraya nereden geldim? Biraz Türkçe dilindeki kaynaklar ve yazılanları araştırayım, ne durumdayız, neler yapılıyor, ben burada boş boş sallıyor muyum diye sağa sola bakınırken Hz. Google’ın arama çubuğuna “Carl Gustav Jung Kavramları” yazdım ve karşıma bir makale çıktı:

“Carl Gustav Jung: Kavramları, Kuramları ve Düşünce Yapısı Üzerine Bir İnceleme”

Okumaya başladım ve heyecanla Bilinç için ne yazmış yazar derken şöyle bir alıntıya rastladım (Bu arada Bilinç başlığının altı tamamen alıntı fakat bu bir “İnceleme Makalesi”):

Bilinci; bilinçdışı sebeplerden dolayı tüm zayıf düşüncelere egemen olacak niteliğe sahip duygusal bir eğilim olarak tanımlayan Jung, günümüzde genel düşünceden başka bir biçimde düşünmenin töreye aykırılık, bir bozukluk, oyunbazlık; yanlış, hastalıklı, lanetli bir şey olduğunu, ciddi toplumsal tehlikelere yol açacağını ileri sürmüştür (Jung, 2016a: 23).

Allah Allah dedim. Jung nasıl böyle bir şey demiş olabilir? diye düşünürken alıntı yapılan kaynağa gidip baktığımda (İngilizce baskıda)

The spirit of the age cannot be compassed by the processes of human reason. It is an inclination, an emotional tendency that works upon weaker minds, through the unconscious, with an overwhelming force of suggestion that carries them along with it. To think otherwise than our contemporaries think is somehow illegitimate and disturbing; it is even indecent, morbid or blasphemous, and therefore socially dangerous for the individual.

Düzeltilmemiş Google Çevirisi:

Çağın ruhu, insan aklının süreçleri tarafından kavranamaz. Bu bir eğilimdir, bilinçdışı aracılığıyla zayıf zihinler üzerinde çalışan duygusal bir eğilimdir ve onları beraberinde götüren ezici bir telkin gücüdür. Çağdaşlarımızın düşündüğünden farklı düşünmek bir şekilde gayrimeşru ve rahatsız edicidir; hatta ahlaksız, hastalıklı veya küfürlüdür ve bu nedenle birey için sosyal olarak tehlikelidir.

Gibi bir ifadeyle karşılaştım fakat orijinal kaynakta anlatılmak istenen; dönemin ruhunun (Zeitgeist) nedensellik ilkesiyle kapsanamayacağı ve zayıf zihinleri duygusal olarak bilinçdışı vasıtasıyla etkileyen bir güç olduğu yönünde. Devamında da çağdaş olduğumuz insanlardan başka türlü düşünmenin, kişiyi toplumdışına iteceğinden bahsedilmekte. Yani toplumun farklı düşünceleri ve düşünme şekillerini kabul etmediği için (Jung’un o zaman başına gelen budur) bir toplum eleştirisi yapılmakta fakat makaledeki ifadeden bu anlaşılmıyor. Bu Jung’u tam tersiyle anlamak oluyor. Ayrıca bilincin tanımı da yapılmamış makalenin içeriğinde, “Bireyin çevreye dönük tarafı” olarak yapılan tanım da Persona(e) aslında ama işte her şey birbirine girmiş.

Bir sonraki paragrafa gelelim:

Bilincin tüm işlevleri bilinçdışında önceden hazır bulunur. Bilinçdışında da bilinçten farksız olarak güdüler, öngörüler, duygular ve düşünceler yer almaktadır (Jung, 2016a: 33). Jung’un bilinç ve bilinçdışına ilişkin görüşleri ışığında bilinçdışının insan ruhuna ilişkin verilere daha derin ve daha kapsamlı şekilde ulaşabildiği ve insanın iç dünyasını anlama noktasında bilinçten daha işlevsel yapıya sahip olduğu sonucuna varılmaktadır.

Yine İngilizce baskıya baktığımda şöyle bir paragraf var:

In this activity all the functions of the conscious psyche are prepared for. The unconscious perceives, has purposes and intuitions, feels and thinks as does the conscious mind.

Düzeltilmemiş Google Çevirisi (özellikle koyuyorum bu şekilde):

Bu aktivitede bilinçli psişenin tüm işlevleri için hazırlanmıştır. Bilinçaltı, bilinçli zihin gibi algılar, amaçlara ve sezgilere sahiptir, hisseder ve düşünür.

Makalede bahsedilen, Bilincin tüm işlevleri bilinçdışında hazır bulunur derken ne anlatılmak isteniyor? Nerede bunlar? Kullanılmaya çalışılan kavramlar bağlamdan o kadar kopuk ve havadaki, okuyanda “ben anlamıyorum” galiba hissi uyandırıyor. Sanki karmaşık şeylermiş gibi… Orijinal makalede (MMSS) bahsedilen (ki yazar sadece Türkçe çeviriden yararlandıysa anlamamış olması olası ama artık daha fazla bunun nedenlerine zaman harcamak lüzumsuz olacak), modern dönem hayvan içgüdüsü araştırmalarına bakıldığında ve buradan bir örnek olarak da böcek davranışı incelendiğinde, böceklerin içgüdüsel bir kalıpla hareket ettiği ve bunun sağduyunun şüphe duyamayacağı bir şekilde psişik fonksiyon olduğunu Jung ingilizce baskıda söylemektedir. Böceklere bir bilinç atfetmese de Jung, bizim kalıtsal olarak bu bütün psişik fonksiyonları bilinçdışımızda barındırdığımızı söylemekte ve bu içgüdüsel işlevselliğin sürekli olarak erişkin bilincinde mevcut ve aktif bir şekilde var-olduğunu söylemektedir. Bu bağlamda makalede yersiz Jung cümleleri paylaşılarak Bilinç kavramı iyice muğlak hale getirilmiştir.

Bütün bu teknik ayrıntıları şu konuya dikkat çekmek için irdeledim: Google aramasının ilk sayfasının ilk bağlantısında çıkan, bu makaleye atıf yapılan ve de makalenin atıf yaptığı çevirilerin de kendi içinde kavram karışıklığının bulunduğu bir kültürel ortama baktığımızda henüz kavramların inşa edilmemiş olduğu sorunu karşımızda/altımızda (verstand/understand) durmaktadır. Hangi kelimenin kullanılmasının gerekliliği (unconscious kavramı bilinçdışı kelimesiyle karşılanmaktadır, bilinçaltı ise subconscious ile karşılanmaktadır literatürel ve anlambilimsel olarak fakat hala bunlar da birbirlerine karıştırılıyor çevirilerden ötürü) bir yana ilk önce kendi dilimizde kavramları inşa etmek gerekir ki ne olduğu/olmadığı kavramların ayrımlarında anlaşılabilsin. Başka türlüsü sadece argüman toplamaya ve daha çok karmaşıklığa yol açmaktan bir şeye yaramıyor.

Bu konu benim de yıllardır yaşadığım ve birkaç senedir çeviri yapmaya ve multi-disipliner çalışmaya başlamama mütevellit edindiğim bir idrak. Paylaştığım makale ve atıf yapılan kitap belki ciddi okuyucuların hâlihazırda farkında olduğu meseleler olabilir fakat yine de bu konu hakkında yeri gelmişken bir eleştiri yapma ve yazı yazma ihtiyacı doğdu bende. Son olarak tavsiyem, yabancı bir dil bilinmese bile herhangi yabancı bir yazar okuması yapılırken; orijinal metne erişime ulaşımın sağlanması, çevirinin en azından Google Çeviri kullanılarak yapılması ve anahtar kavramlar yeterince çalışıldıktan sonra bu konuda yayın yapılmasıdır. Okuyucular da anlamıyorum, bu konular benim anlayışımın üzerinde diye zorlanmasınlar. Gerçekten her şey birbirine girmiş ve herkesin kendi yaşam anlayışına göre inşaa etmeye çalıştığı kavramlarla bir şeyleri anlamlandırmış vaziyette. ‘Hak’kını vermeye başladığımızda bunlar da inşa olacak.

Bahsi geçen makale:

Kavut, S. (2020). Carl Gustav Jung: Kavramları, Kuramları ve Düşünce Yapısı Üzerine Bir İnceleme Carl Gustav Jung: A Study on His Concepts, Theories and Philosophy . Uluslararası Kültürel ve Sosyal Araştırmalar Dergisi (UKSAD) , 6 (2) , 681-695 . DOI: 10.46442/intjcss.620975

Kaynak <https://dergipark.org.tr/tr/pub/intjcss/issue/58831/620975#article_cite>

Bahsi Geçen Kitap:

Kitap Adı: İnsan Ruhuna Yöneliş

Yazar: C.G. Jung

Çevirmen: Engin Büyükinal

Yayınevi: Say Yayınları

İlk Baskı Yılı: 2011

Dil: Türkçe

Jung’un Bollingen Kalesi

Jung 75. yaşında (1950), The Bollingen Tower’ın (Bollingen Kalesi’nin) batı kısmına, Zürih Nehri’nin kıyı şeridine bir taş küp koydu ve 3 tarafına yazılar kazıdı.

Bir yüzüne kazılan yazı Rosarium Philosophorum’dan:

Rosarium alıntısı ve Jung’un ithafı

Latince:

Hic lapis exilis extat,

pretio quoque vilis,

spernitur a stultis,

amatur plus ab edoctis.


İngilizce:

Here stands the mean, uncomely stone,

‘Tis very cheap in price!

The more it is despised by fools,

The more loved by the wise


Türkçe:

İşte burada öylesine, dikkat çekmeyen bir taş,

Pahada çok hafif!

Ahmaklar tarafından daha az tenezzül edildikçe,

Bilgeler tarafından daha çok sevildi.

Devamında da şu yazıyor “75. doğum günü anısına, C. G. Jung 1950 yılında şükranla bunu yaptı ve buraya kurdu.”


Diğer bir yüzünde ise Telesphorus figürü (elinde fener bulunan kapüşonlu küçük bir insan figürü) bulunmakta. Aşağıda görüldüğü üzere Yunanca yazılarla çevrelenmiş:

Yunanca yazılarla birlikte 4 parçalı Mandala

«Ὁ Αἰὼν παῖς ἐστι παίζων, πεττεύων· παιδὸς ἡ βασιληίη» · Τελεσφόρος διελαύνων τοὺς σκοτεινοὺς τοῦ κόσμου τόπους, καὶ ὡς ἀστὴρ ἀναλάμπων ἐκ τοῦ βάθους, ὁδηγεῖ «παρ’ Ἠελίοιο πύλας καὶ δῆμον ὀνείρων».

Time is a child — playing like a child — playing a board game — the kingdom of the child. This is Telesphoros, who roams through the dark regions of this cosmos and glows like a star out of the depths. He points the way to the gates of the sun and to the land of dreams.

Zaman bir çocuktur — bir çocuk gibi oynuyor — bir masaüstü oyunu oynuyor — çocuğun krallığı. Bu Telesphoros, kozmosun karanlık bölgelerinde dolaşan ve derinliklerden bir yıldız gibi parlayandır. Güneşin kapılarının ve rüyalar ülkesinin yolunu işaret ediyor.

“Zaman bir çocuktur — bir çocuk gibi oynuyor — bir masaüstü oyunu oynuyor — çocuğun krallığı”. Bu fragman Heraklitos’tan bir alıntı.

“Güneşin kapılarının yolunu ve rüyalar ülkesine işaret ediyor.” Odysseia’dan bir alıntı. Hermes’e (Trimegistes) gönderme yapılıyor.

Aynı zamanda bu yüzdeki 4 parça mandala’nın da ayrı bir anlamı bulunmaktadır. Üst çeyrekte görünen mandala Satürn’e, alt çeyrekteki Mars’a, Sol çeyrek Sol-Jüpiter[eril]’e ve Sağ çeyrek de Luna-Venüs [dişi] ithaf edilmiştir.


Nehire doğru bakan yüzünde ise Latince yazıların oymaları bulunmakta. Jung’un da ifade ettiği şekliyle “aşağı yukarı hepsi Simya’dan alıntılar.” Bu yüzdeki alıntı, beni de en çok etkileyen ve bu taşın üstündekileri çevirmeme yol açan alıntı.

Latince Simya Alıntıları

I am an orphan, alone; nevertheless I am found everywhere. I am one, but opposed to myself. I am youth and old man at one and the same time. I have known neither father nor mother, because I have had to be fetched out of the deep like a fish, or fell like a white stone from heaven. In woods and mountains I roam, but I am hidden in the innermost soul of man. I am mortal for everyone, yet I am not touched by the cycle of aeons.

Ben bir yetimim, tek başına; yine de izim her yerde bulunur. Ben Bir’im, ama kendime karşıtım. Ben gençliğim ve aynı zamanda yaşlı adamım. Ne babayı ne de anneyi tanıdım çünkü bir balık gibi derinden çıkarılmam ya da cennetten beyaz bir taş gibi düşmem gerekiyordu. Ormanda ve dağlarda dolaşırım ama ben insanın en içteki ruhunda gizliyim. İnsanlara göre ölümlüyüm fakat Aeonların döngüsünden de azadeyim.

Cennetten düşen beyaz taş‘ı Hacer-ül Esved olarak yorumladım.

Semboller ve anlamları biraz daha detaylı olarak serimlenmeli. Bunu da ‘zaman’ içerisinde yapacağımı umut ediyorum.

Samimiyet

İnsanlar, kendilerine açık olmadıkları zaman başkalarına da açık olamazlar. Samimiyet bu demektir. Kişi ilk önce kendisine (karşı?) samimi olacak ki başkasına samimi olabilsin gibi aforizmalar bir şeyler uyandırıyor tabi ama yine de açalım. Başkası için ‘samimi’ derken neyi kastediyoruz? İçten olmaya, hayatın akışı içerisinde bir durumla –karşılaşıldığında– kişinin içinde (düşüncesinde) ne uyanıyorsa (öfke, şehvet) onu yargılamadan izleyebilmesi ve bununla barışabilmesine samimiyet diyebilir miyiz? Bunu yaptığımızda ne olur ona bakalım: İzleyebilmeye başladığımızda, dolaylı olarak bu durumları bilince taşıdığımızda (yargılamadan/bastırmadan/kafamızı çevirmeden) insan kendini bilmeye/tanımaya – tanışıklığa başlıyor. Burası işte anlayışın başlamasına ve kendinin, kendini, zarif bir ifadesine dönüşüyor. Kendinden kendine olan bir barışıklık durumu ve teslimiyet sonucunda tahakkuk eden ‘kendini ifade edişin’ zarafetle dolu olmasıyla tezahür ediyor. İşte biz bu ‘zarafet’i gördüğümüzde samimiyet hissediyor ve ‘samimi’ birisi diyoruz.

Gelelim bunun ilişkideki uygulamasına: Eğer her birey, eylemlerinin sorumluluğunu alırsa yani artık anladığımız kadarıyla ‘samimi’ olursa, o ilişkiye etiket (eş, dost, arkadaş) koymaya çalışmanın manası kaybolacaktır. Neden eylemlerin sorumluluğunu almak, samimi olmakla eşdeğer olsun? Çünkü kendi içinde uyanan düşünceyi takip edebildiğinde, onu gözlemleyebildiğinde ona şahitlik etmiş olur ve dolayısıyla artık ondan sorumludur. Eylemlerin sorumluluğu alınmasa dahi aslında zât-en sorumludur sadece farkında değildir (ya da inkarcılardan olur) ve eyleminin ahiretini yaşar insan. Buradan geri dönerek samimiyetin ilişkideki yeriyle ilgili düşünmeye devam edelim. İlişki, samimiyet ilkesi doğrultusunda hareket etmek ister (dosdoğru yol/ihlas). Niye? Çünkü etmediğinde yani ilkenin dışına çıkıldığında da özgürlüğümüzün kısıtlanması olarak tahakkuk eder ve artık özgürlük olmadığında bir ilişkiden söz edebilir miyiz? Çünkü hakiki bir insan ilişkisinin olmazsa olmazı özgürlüktür. Kısıtlanmayı da şu şekilde hissederiz: O ilişkiyi etiketlemeye başladığımızda onu belirlemiş ve buna bağlı olarak sınırlamış oluruz (hapsederiz). Bu sınırları koyduğumuzda ama bugün ama yarın çatışma olması kaçınılmazdır… Ama küçük ama büyük… Kısıtlanmanın içinde kaldığımızda ‘kötü sonsuz’dan yani şeylerin sürekli çatışmasından (kendine geri dönüşün olmadığı) ve bir başka bağlamda da salt mekanizmadan (doğa) bahsetmiş oluruz. Bu durumun kendisi ilişkinin içerisindeki kişileri özgürleştirmez. Tam tersine bir çatışma döngüsüne hapseder. Bu tür ilişkiler de artık kişilerin psişesine, geçmişine, kültürüne bağlı olarak da sonsuz şekilde açığa çıkar ve hepsine bir ad vermeye başlarız. Bu çatışmaları da kategorilendirip, ilişkide psikolojik şiddet (ghosting, mansplaining vb.) başlığı altında yeni adlar vererek etiketlemeye ve durumu anlamaktan kaçınmaya başlarız. Bu tanımları yapmak yanlıştır demiyorum, tanımlayalım ama o tanımla özdeşlik kurduğumuz noktada hayatı ve ilişkileri algılayışımız bu şekilde biçimleniyor sonra İbrahim’in Baltasıyla dolaşıyoruz. Bu son örneği (ilişkilerdeki psikolojik şiddet) son zamanlarda gündemde olduğu için verdim yoksa bunlardan önce de başka tanımlarımız vardı.

Böylelikle, genel hatlarıyla açıklamaya çalıştığım samimiyet kavramının, ilişkinin temel ve en belirleyici unsuru olduğunu söyleyebiliriz. Tabi yazı içerisinde açılacak kavramlar da var ama umarım genel itibarıyla bir şeyler uyandırabilmişimdir. Bende bir şeyler uyandı bu yazıyı kaleme alırken ya da uyandı da kaleme aldım mürekkepten.

Toplum

Bireyin, kendisini –toplum– olarak adlandırılan bir şeye aidiyet hissetmesi; kültürel yapı ve ilişkilerin yansımasının zihin yoluyla içselleştirilmesi ve bunun etrafında ‘toplanmasıyla’ ortaya çıkar. Bu toplaşma organizmanın kendi bütünlüğü içinde zorunlu gibi gözükse de büyük ölçekte sebebi sevgidir. Büyük ölçeğe, büyük resme odaklandığımızda Jung, toplumların (beşerin) hareketini “Gözü olmayan dev bir solucan” olarak betimlemiştir. Göz (gaye) olmadığında, toplum içgüdüleriyle (şehvet-şiddet) hareket eder.

En basit haliyle ilk-el kabilelerden, görece gelişmiş (teknolojik olarak) toplumlara kadar olan topluluk yapıları içindeki insan ilişkileri ele alındığında organizmanın evrimi görece yavaş devam etse de, Aklın evrimi kültürel açıdan bakıldığında çok hızlı bir şekilde, eşzamanlı ve sürekli olarak varoluşta kendini yine edimselliğinde göstermektedir. Fakat bu oluşun, kendisinin ilerlemeci olarak anlaşılması yani kendi halinde bir kemâle ereceğinin ve bir gün – çok uzak bir galakside – olacağının/gerçekleşeceğinin umudu bir kabuldür ve konfor sağlar ama temelinde bu bir illüzyondur. Ya da diğer tarafından bakılırsa, bir şeylerin ‘olmuyor’ oluşu hususundaki umudun yitimi de yine başkaları yüzünden (toplumun suçlanması) olmayışının kabulü konfor sağlar ama yine de bu da bir illüzyondur. Ne yapacağız?

“Sorun bende değil sistemde.”

Öyle bir sistem ki, teknolojinin ilkel olduğu zamanlardan beri var ve hiç değişmiyor. Sanki başında 1 kişi/şey var ve o hüküm veriyor. Sistemi kurmuş ve dışına çıkmış. Usta gelip tamir etmiş ve çekip gitmiş artık sorunlu olsa da bu sistem devam ediyor.

“Onlar yapıyor/ediyor benim bir gücüm yok.”

Kim onlar? Onların yapmasına izin veren şey ne ve ne yapıyorlar? Yapan kişiler; akıl yoluyla oluşturulan yasalar (Anayasa) çerçevesinde her bir vatandaşın kabulüne dayanarak oluşturulan Toplum – sevmediğim şeyler olduğu zaman ‘başkaları’. Doğada yok-varlık olan bu kavramları duyular yoluyla kavrayamayız – yani sokağa çıktığımızda bir karşılığı yok ve fakat bunu her seferinde aklın edimselliğinde görüyoruz. Bu kavramlar soyut kavramlar olduğu için, ‘çocuk’ bilinci (sadece duyulara gelen bilgiyi işleyen ve yine bu bilgiyi harekete ve zaman içindeki değişimlerine bağlı olarak işleyen, dışavurumlarında sadece bu bağlamdaki sınır koşullarıyla hareket eden bilinç tipi) bunu kavrayamıyor ve onun dışında başkalarının karar verdiğini varsaydığımız bir düzlemde – algısal gerçeklik içerisinde yaşıyor(uz).

Toplumsal hayatın içinde eylemlerimizi sınırlandıran şeyler ilk önce kültürel yapılar ve sonrasında Yasalar(dır) (Akılsal yapılar). Kültürel yapılar akılsal olmak zorunda değil ama Yasalar akılsal olmak zorunda. Eğer olmazsa kabile – aşiret toplumu oluyor ve çoğunluğun (toplumun) hakları değil o kabilenin başındaki kişinin inisiyatifinde kalmış oluyor. Eğer bunu Akıl yasalarına bağlı olarak yaparsa Filozof Kral oluyor, yapmazsa Diktatör.

Modern toplumun pozitivist bilim anlayışını benimsemesi ve bunu psişesine de dayatmaya çalışması, kendisiyle arasında çok temel bir yarılmaya yol açmaktadır. Bilimsel olanın (duyular yoluyla algılanıp, zaman düzleminde işlenen ve neden-sonuç ilişkileriyle kavranan olguların) dış dünya düzeninin anlaşılabilmesi açısından zorunluluğu kuşkusuzdur. Sağladığı konfor ve zenginlik tartışılamaz. Tartışma konusu bunun –iç–e olan yolculukta da bir yol gösterici olduğu varsayımıdır. Tam tersi de yine aynı problemi barındırır – İç dünyada gerçekleşen şeylerin dış dünya düzenine dayatılması. Duygularımız vasıtasıyla toplumsal düzeyde bir düzen kuramayız. Bunlar birbirinden ayrılmaz (güneş balçıkla sıvanmış) olmasına rağmen kendi bulundukları mertebeye göre değer-lendirilmelidir.

Mesela, bir bina inşa ederken hep temelinin öneminden bahsederiz. Onun sağlam olmasından ve üstüne çıkılan yapı elemanlarının temel sağlam olduktan sonra her halükârda ayakta duracağı şeklinde bir analojiyle insanın ‘sağlam bir temeli’ olmasının gerekliliğinden bahsedilir. Bu doğru bir benzetmedir ve deprem anında temeli olmayan bir yapının diğer yapı elemanları (kolon-kiriş), en alt seviyede birbirlerine bağlı olmadığı durumda (temeli yoksa) – kendi başlarına buyruk – olarak hareket eder ve yüksek bir ihtimalle bütün yapı çöker. Bütün bu anlatımlara ek olarak “zemin” ortamını benzetmeye ekleyip bunu da ‘bilinçdışı’na benzetebiliriz. Eğer zemin (kültür-kolektif bilinçdışı) kötüyse, iyileştirmeniz gerekir – üzerine ne inşa ederseniz edin. Burada iyileşecek bir şeyden kasıt, “anlamak”tır. Konumuza geri dönersek, bütün bu sürecin, Yapı-Zemin-Temel’in hesabı, dış dünyadan gelen veriler yoluyla yani Akıl-Geometri ile gerçekleştirilir. Yukarıda anlatıldığı şekliyle Akılsal olarak dikkate alınmazsa bütün yapı çöker. Fakat bunu en basit haliyle “Ne için?” yapacağımız sorusuna Akıl cevap veremez – sonsuza gider. Oturmak için, daha konforlu bir hayat sürmek için, para kazanmak için, dünyayı daha iyi bir hâle getirmek için… Bunlar Aklın verebilmeyi deneyeceği cevaplar ama kendi kuyruğunu yiyen yılana dönüşeceği yani bir anlamda kendi kendini besleyen (feedback) bir şey olacaktır.

Carl Jung, Collected Works, Vol. 14 para. 513 (Ouroboros)

C.G. Jung’dan bir alıntıyla devam edelim:

“Ortaçağ insanına dünya ne kadar da farklı görünüyordu! Onun için yeryüzü ebediyen sabitlenmişti (olup bitmişti) ve evrenin merkezinde hareketsizce dinleniyordu… İnsanların tümü; kendilerini ebedi kutsanmaya hazırlayan En Yüce’nin sevgi dolu bakımı altında Tanrı’nın çocuklarıydı ve hepsi yozlaşmış bir dünyadan, dürüstçe ve neşeyle dolu bir varoluşa yükselmek için ne yapmaları ve nasıl davranmaları gerektiğini tam olarak biliyordu. Böyle bir hayat artık bize rüyalarımızda bile gerçek görünmüyor.” (Modern Man in Search of a Soul)

Tarihsel olarak zamanı algılamak da ne hâlde olduğumuzu bir nebze de olsa duyumsatıyor.

“Küçük ve saklı olan, içeriye (bilince) doğru götüren kapıdır ve giriş, sayısızca önyargı, yanlış varsayımlar ve korkuyla engellenmiştir. Kişi, her zaman toplumu bataklığa düşüren o büyük politik ve ekonomik planları duymak ister. Bu nedenle, birisi “gizli kapılar, rüyalar ve içindeki dünyadan” bahsedince kulağa garip (grotesk) geliyor olabilir. Peki bu yavan idealizmin, devasa ekonomik programlarla, sözde –gerçekliğin problemleriyle– ne gibi bir ilgisi var?

Çünkü ben uluslara seslenmiyorum; çok az bir kitleye, kültürel değerlerin cennetten bir manna* gibi gelmediğinin söylenmesinin gerek bile olmadığı ve fakat bireylerin ‘ellerinden’ çıktığını bilenlere sesleniyorum. Eğer işler dünyada kötü giderse, bunun nedeni bireyle ilgili bir sorun olduğundan, benimle ilgili bir sorun olduğundan ötürüdür. Bundan dolayı eğer duyarlıysam, kendimi ilk sıraya koymalıyım. Bunu gerçekleştirebilmek için –dışardaki otorite artık bana hiçbir şey ifade etmediğinden dolayı–  varoluşumun en derinindeki temellerinin hikmeti gerekmekte, bunu da yapabilmek için kendimi insan psişesinin kadim hakikatlerine dayandırmalıyım.”

*manna: İncil’de bahsedilen ve İsraillilere mucizevi bir şekilde çölde sağlanan yiyecek. (Exodus 16)

Akıl toplumu olmadığımız ve bu bağlamda üzerine düşünülüp bedelleri ödenerek oluşturulan kategorik bir düzenimiz (enstitüler, kurumlar) olmadığı için ne yaşıyorsak olması gerektiği gibi yaşıyoruz. Bunları bir belirti olarak ele alıp insanın kendisini dönüştürmesi kaçınılmaz hale gelene kadar böyle yazıları birileri yazacak, birilerinden yansıyacak. Yoksa hoşumuza giden/gitmeyen şeyler, dışarıda -başkaları-nın yaptığı şeyler olarak kalıp, bütün dünyayı (ilişkileri) çocuk bilinciyle idare etmeye çalışacağız. Herkes kendisi için bu yolu yürümek zorunda, aklımızı ipotek edemeyiz. Edersek köle oluruz. Başkasına da değil, şeylere.

Peygamberlik Mertebeleri

Lütfi Filiz’in Noktanın Sonsuzluğu kitabının 3. cildindeki Peygamberlik Mertebeleri üzerine:

Hz. Peygamber’in, “Âdem daha su ile toprak arasındayken ben vardım” demesinin sebebi onun ‘Potansiyel’ olarak öncesiz ve sonrasız, hep varolduğunu imâ etmesidir. Sibernetik kavramıyla da açıklanabilir bu durum; yani bu bağlamda sonucun sebeplerini oluşturmasıyla. Bu, kitapta da bahsedilen konuyu yani Adem’den Hatem’e olan kemalatı da açıklar. Hz. Muhammed’den önceki peygamberler, O’nun anlaşılması için bir hazırlık aşaması olarak görülebilir.

Allah’ın nûrunun Hz. Muhammed’in cesedinde yoğunlaşmasıyla kendisi Âleme zuhur etmiş(gönderilmiş) ve böylece Peygamberlerin hatemi olmuştur. Yani daha söylenecek ilmen bir söz yok, dinin tekmillendiği belirtilmiştir. Artık bundan sonrası, Peygamberin zuhuruyla birlikte zahirde tamamlanan kemâlâtın, batınen de baz alınarak Âdemiyete yönelinmesi. Peki nedir bunlar?

Fütüvvet, Mürüvvet, İnsaniyet.

Fütüvvet: Fedakârlık, feragat, mertlik, adamlık, insanlık, bir kimsenin sırf insani mülahazalarla başkalarının hak ve menfaatini kendisininkinden önde tutması; toplumun ve fertlerin kurtuluşu ve mutluluğu için kendini feda etmesi. (Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, Süleyman Uludağ)

Mürüvvet: Din ve akıl yönünden övülmeye değer güzel davranışların ortaya çıkmasını sağlaya nefsin bir kuvveti, ruhi yetenek. (Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, Süleyman Uludağ)

İnsaniyet: İnsaniyetin hakikati ve mahiyeti kimsenin senden incinmemesi, her şeyin seninle ülfet ve ünsiyet etmesidir. (Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, Süleyman Uludağ)

Âdemiyete gidilmezse zuhurun noksan kalması yukarda bahsedilen şeylerin noksanlığından kaynaklıdır.

Yine kitaptan başka bir ifadeyle “Biz surette Âdem’e, mânâda ise Hazret-i Peygambere gideceğiz” denilmesi; anamızdan doğduk, kültürden de doğup ünsiyyet üzerine olacağız. Döngüsel olarak da bu Âdemiyet devresi zuhura çıktığında kainat çıplaklaşacak böylece nefs saflaşacak ve Âdemiyete ulaşılacaktır.

Bunu ayın evrelerine benzetiyor Lütfi Filiz:

Ay’ın evreleri

Ay’ın evrelerine bakıldığında ilk önce hilal görünümünde başlıyor yani kemâlât Âdem ile başlıyor. Bu görünüm diğer peygamberlerle gelişe gelişe Hz. Muhammed’de dolunay halini alıyor. Dolunay da daha sonra yavaş yavaş incelip hilal hâlini alır ve yeni ay döneminde görünmez hale gelir. Karanlık çöker. Tekrar yeniden doğar ve gelişip dolunay halini alır.

Bu benzetimi kitaptan direkt alıntı yaparak açımlayalım:

“Her asırda bir kâmil, her bin yılda bir müceddid yetişir.” diye anlatılan konu budur. Zira Allah, kâinattaki seyr-i sülûkunu bu şekilde devam ettirmektedir.

Kadim Dünya Düzeni

Eskiden(bu yazı yazılmadan 3 ay önce) bütün insanlığın kendini inandırdığı şeyler; dünya algısı, nasıl yaşayacağı, ne hissedeceği, ne yiyeceği, ne tüketeceğiyle ilgili kendisine dayatılan ve dayattığı şeyler ne olacak?

Ne yapacağız artık günlük yaşamamızı sürdürmeyle alakalı artık hiçbir yararı olmadığını gördüğümüz ve şimdiye kadar edinmeye çalıştığımız bu kadar bilgiyle? Hadi yine dünya salgın öncesi haline dönse ve virüs tam şu anda ortadan kaybolsa bile artık aslında halihazırda hayatımızı idame ettirmek için kullandığımız dünya bilgisinin anlamsızlığıyla baş başa kalmayacak mıyız?

Dünyamız değişecek… Ve aslında sürekli değişiyor olmasına rağmen bu sefer bize bir doğal afet vesilesiyle bu gerçekliği tüm dünyayla senkronize bir şekilde deneyimleterek değişecek. Seçimlerimizin gerçekliğini sorgulatacak; bir gerçeklik olarak varlar-varolacaklar ama samimiyetini, yani ölüm karşısında her şeyin, hepimizin geçiciliğini, soğuk bir tencere makarnanın mideye oturması gibi ortaya koyarak sorgulatacak. Bu da bizim kimlik, nelik, nerdelik ve nereye gidiyorluk sorularını sormamızı sağlayıp, bu bağlamda seçimlerimizden dolayı kaderimizin etkilendiğini sözde değil de buz gibi bir gerçeklik olarak titreye titreye, ateşler içinde hissettirecek.

Bu salgın günlerindeki ‘kabir azabı’ karantinasından çıkabilirsek ikinci şansımızı kullanabilecek ve artık mükellefiyet kazandığımız için acaba bundan sonra bu deneyime göre bir gerçeklik mi tercih edeceğiz yoksa sadece bir zorluktu, atlattık ve geçti gitti… gibi mi olacak? Sorusunun cevabını görebilme umudu bayağı heyecanlandırıcı gibi gözükse de tersi de mümkün. Öğretici ve anlaşılabilir yani dönüştürücü olmazsa büyük bir ihtimalle psişe bunu bir travma olarak bastıracaktır. Bu durumun etkileri de ilerleyen zamanda kendini belli edecektir.

Bugüne kadar bunu niye yapıyordum? Bundan sonra yapacağım şeylerin motivasyonu ne olacak? Bu olanlar, başıma gelenleri atlatabilecek miyim?

İnsanın 3 temel özelliği vardır derler:

  • İsyan
  • Nisyan
  • Üns

Bulunduğu her duruma sürekli olarak karşı çıkmak ve kendisiyle olan diyalektikten yeni bir kimlik oluşturmak.

Unutmak. Acısını, tatlısını, ekşisini, tuzlusunu, yaşadığı her duygulanımı unutmak.

Yakınlık kurmak. Kendi başkasıyla bir ilişki, muhabbet üzerine olmak.

Unutacağız, bunu da unutacağız. Fakat bu kendi kurduğumuz düzene isyan etmezsek, kendimizle ve kendi başkalarımızla yakınlık kurmadan unutacağız.

Ölüm

Hep burun burunayız ama sürekli kafamızı çeviriyoruz. Burun buruna derken bile sanki biliyormuşuz gibi geliyor fakat hiçbir bilgimiz yok. Sadece bir şeylerin sonlanacağının sezgisi var, o kadar. Ölüm, doğrudan kendini açık-seçik bir şekilde belli etmiyor, ne olacağını bil-dirmiyor. Kendini bildirdiği salgın durumu ne kadar geçiciymiş gibi gözükse de olayın ciddiyeti toplumsal olarak kavranmaya başladıkça, karantinanın kendisinin; bir “boş zaman” değerlendirmesinin ötesinde artık “Salgın sonrası diye bir zaman olacak mı?” sorularının sorulduğu, belirlenen 3 haftalık karantinanın bitişine yakın olan zamanda herhangi bir tatilin dönüşünde uyanan hüzünlü hislerin barındırılmadığı, “çölde geçirilecek günlerin” beklendiği bir kitlesel endişe(belki biraz da panik) -varoluşsal kriz durumu haline geldiğini göreceğiz. Bu da işte ‘ölüm’ ile temelleniyor ve korkuyu oluşturuyor. Ya ölürsem? Sorusunu soruyor insan ister istemez kendisine… Peki o zaman… Kim ölecek? Gerçekten sorabiliyor muyuz? Kim ölecek? Doğmayan bir şey herhangi bir şekilde ölebilir mi? Gerçekten bu soruları soran, ölebilir mi? Ölür tabi, defnediyoruz işte mezarlıklara görmüyor musun? Tamam bedenleri gömüyoruz, ya konuşan? Konuşan nereye gidiyor? O da işte tabi fiziksel ölüm gerçekleşince artık sinyaller iletilemiyor beyinde ve son. Bitti.

Naziat suresi (18-19)

(Musa’ya, Firavun’a gittiğinde söylemesi için vahyediliyor) De ki: “Arınmayı ve seni rabbinin yoluna iletmemi ister misin? Böylece O’na saygılı davranırsın.”

Tam da bu varoluşsal(yokoluşsal) soruların sorulabileceği, derinleşebileceğimiz zamanlar. Çünkü artık burun burunayız. Neden ölüm diye bir şey var? Var mı? Yoksa aslında bir akışın içerisinde miyiz? Bu kimliğimizle mi başka bir yerlere gideceğiz? Ya da aslında sadece tanıklık(şehadet) eden şeyler miyiz? Hepsinin cevaplarını yazının ilerleyen kısımlarında vermeye çalışacağım ama ne yazık ki veremeyeceğim çünkü bilmiyorum.

Bilmiyorum diyerek güzel ve temiz bir sayfa açtık kendimize bence ve böylece ölümle başbaşa kalarak düşünebiliriz. Serbest bir şekilde ne olduğunu anlamaya çalışalım: Şu anda bu yazıyı okurken bir şey deneyimliyoruz ve tam da o anda bir şeyler oluyor. Bilerek bir şeyler diyorum çünkü tanımlamadığımız sürece sadece tanıklık ediyoruz. Aslında her şey tanıklık için bir araç; düşünce, duygu, hafıza, tabiat. Bunlar gerçekleşiyor, her an oluyor ve deneyimleniyor. Peki bunlara istinaden tam olarak hangi zamanda doğduğumuzu bulabilir miyiz ona bakalım. Bu, doğan veya ölen şey tam olarak ne? İki insanın birleşmesinden sonra tam olarak hangi anda artık biz kendimizi ‘doğmuş’ olarak var-sayabiliriz? Sperm’in yumurtaya girdiği anı mı? İlk değdiği an? Öyle kabul ettiğimizde biz o anda neredeyiz? Hala yok muyuz? Peki şu anda nerede varız? İyice her şey birbirine girdi. Yahu bu yazıyı okuyan-yazan kim kardeşim? Doğmadı mı yani?

Fani biri.

Heva ve hevesleri olacak,

Cemal görecek,

Kemal bulacak,

Rıza devşirecek ve sonrasında Hakk’a yürüyebilirse yürüyecek. Diyorlar.

Biz, her daim bengi olanla birlikte olduğumuz, O’nun gözü-kulağı olduğumuz için ne ölür ne diriliriz. Ölen cesettir ki o da ölmez onu biz öyle niteleriz. Biz ona sadece girer ve çıkarız diyorlar.

Yazı/Yazma

“Başlangıçta kelâm vardı.”

Sonra Goethe dedi ki:

“Im anfang war die tat” – “Başlangıçta amel vardı.”

Sanki burada Goethe  “Başlangıçta Söz(Wort) vardı” önermesine bağlı olarak, kelimelerin değil eylemin olduğunu imliyordu. Ama işin hakikatine baktığımızda aslında iki kaynakta da aynı şeyden bahsediliyor. Goethe’nin Faust’ta yapmak istediği şey, aslında Kutsal Kitaptaki şeyi tevil etmekti! Yani başlangıçta olan şey, zihinsel olarak kitaplardan okuduğumuz-yazdığımız yazı-söz değil; eylem, yani Tanrı kelâmıdır ve bu her an Âlem’in oluş ve yokoluşunu, sürekli eylemi imler(Halk-ı cedid).

Kelâmı hem saklayan hem de gösteren yazı ve bunun edimselleşmesi olarak yazma eyleminin ilginçliği biraz da şuradan geliyor: Kendini görebiliyorsun (küntü kenzen mahfiyyen-ben gizli bir hazineydim bilinmek istedim). Başkası için yazı yazılabilir mi? Yazılabilir ama kendinden doğmayan, sürecini yaşamayıp kavrayamadığın bir şeyi yazmak fotokopi olur, çünkü o yazılan şeyin sürecini kendinde canlandırmadığında ölü doğar – tatsız olur. Yazarın yaptığı şey ‘kendi’siyle konuşmak, okurun yapabileceği tek şey yazarın kendisiyle olan konuşmasından bir anlam çıkarmaya çalışmak. Biraz daha derine gidersek aslında yazar da yok; tam şu anda bu yazıyı okurken aslında sadece, kelimeleri ‘bir yerlerde-bir şekilde’ zihnen seslendiren ve oradan bir anlam üretmeye çalışan görünüşte bir tekillik var. Bu tekrar tekrar üzerine düşünülebilecek bir şey (kendimden kendime). Kendi içinde bu okunan yazı elden geldiğince verilen emekle birlikte biraz daha sofistike olmuş bir halde okuyacak olana sunuluyor. Bunu okuyabilen, söylenen sözün içindeki anlamı kendi ‘anahtar’ kavramlarıyla kilitlerini açabilen ise ‘gizli hazine’yi (küntü kenzen mahfiyyen) elde etmiş oluyor ve bunu sürekli yapıyor. Bu paragraf başlı başına tekrar ele alınabilecek bir şey olsun, kendime not.

Peki bir yazar neden yazı yazmak ister? Buna iten şey, onun motivasyonu nedir? İlk beklenen şey: Bir şeyi kavramak. Yazdığın konuyla alakalı neleri bildiğini, neleri bilmediğini, kendinde ne olduğunu/olmadığını görmek. Yani bir gayesi var ve buna bağlı olarak da yazının içeriği oluşuyor. Bu yazı teknik bir yazı olsa tanımlamalardan, formülasyonlardan, referanslardan oluşur ve kendi avadanlığında her şeyi yerli yerine oturtma çabasından (nihai gaye) kaynaklanır (kuram, teori).

Bunu, roman veya felsefi bir makale/kitap için söyleyebilir miyiz? Romanı ele alalım: roman yazarken yazarın seçtiği kelimeler kendi kültüründen yine onun kendi emeğiyle toplanır, bunu kendine, ‘kendi toprağına’ eker ve meyvesi bu ekinin, bu toprakların mahsûlü olur. Dışavurmak istediği şeyin kendisini, bir hikaye üzerinden anlatmaya çalışır. Karakterler hallerden hallere geçer ve bize o karakterin hallerini kelimeler vasıtasıyla anlatmaya çalışır. Yine bu hikayeyi anlatarak derdini dışavurmuş olur. Eğer bu yapıta ‘ruh’ üflenmişse, yani yazar kendisiyle samimi bir konuşma yapıp bunu yazıya döktüyse ete kemiğe bürünür, baki olur. Yoksa kağıt üzerinde karalamalar olarak kalır.

Okur açısından bakıldığında: Okur, yani ‘Başka’sı sadece bu çabayı ‘iz’ler. Onun da yazıda izleyebileceği şey kendi anlam dünyasında karşılık bulduğu şeyler kadardır. Mertebesi kadar. Peki illa her şeyi anlaması gerekiyor mu? Hayır. Okurun yaptığı bu okuma, kavramayı sağlamasa bile en azından kendisine bir şeyleri sezdirir ve/veya anlamayı sağlar. Bu aynı zamanda kelimelerin sihirli olduğunu da gösterir. Gözünle bakıyorsun… İçinden konuşabiliyorsun… Başkasına bildirebiliyorsun, bir anlam çıkıyor, anlaşıyoruz ve medeniyet oluşuyor. Harikulade değil mi bunu yapabilmenin kendisi? Tam da şu anda olan şey, beyaz sayfanın önündeki bu kargacık burgacık harfleri okuyup-anlamaya çalışmak ve bunun belki de bizde bir şeyleri uyandırmasını bekleme süreci değil mi? Yazarın kendisiyle olan bu dizgesel-döngüsel olarak gerçekleşen konuşma sürecinin kağıt-ekran üzerine kazınması, bu yazıyı okuyan kişinin dişil olarak kendini açmasıyla birlikte gözünden/kulağından giriyor ve oluyorsun Hâmil, kendini açmazsa oluyorsun Hamal. Bunu okuyan ‘bir başkası’ndan gelen bildirimle birlikte kendimize ve bir başkasına yol açmış oluyoruz. Böylece kendi çevremizden ve gelenekten gelen kültür-anlam bütünlüğüyle birlikte artık bir başkasıyla ‘kardeş’ oluyor; yazının, yazmanın, bunu paylaşmanın ve üzerine konuşmanın-istişare etmenin, verilen bunca zahmetin de rahmeti sevgi-sevinç oluyor.

Gaye

İnsan bazen yaptıklarına ya da halihazırda akış içerisinde bulunduğu duruma o kadar kapılıyor ki, bunu ne için yaptığını unutuyor. “Yahu zaten hatırlanacak ‘tek’ bir şey mi var ki, heh tamam ‘gaye’mi hatırladım diyebileyim?”

Çok güzel bir soru, haydi bunu ele alalım:

Hatırlanacak bir şey:

Her şey Allah için.

“Hey şeyin amacı sevgi, muhabbet, temiz yürek ve temiz ameldir. İbadetler dahil, her şey bunu temin içindir ve teferruattır.”

Lütfi Filiz, Noktanın Sonsuzluğu 1. Cilt Sf. 404

Hayatımızda adaleti(Musevi) ve ruhu(İsevi) tevhid ettim(Muhammedi) diyorsak zat’en bu döngüdeyiz, geçiciliğimizi biliyoruz anlamına geliyor. (Doğmadın ki ölesin)

Tamam, bu kadar mı? Evet, bu kadar. Allah selamet(islam-teslimiyet) vermiş. Yok, ben anlamadım… Buyrun devam edelim gezintiye:

Yaptıklarıma bakıyorum, kendimi hesaba çekiyorum, şu anki halime – bulunduğum duruma bakıyorum(zihni). Olması gereken diye bir şey yok. Tercihlerim, her ne kadar benim olduğunu zannetsem de, hayatımı, şu an bulunduğum noktaya getirdi. Başka türlü olması mümkün mü? Evet. Nerden biliyorum? Şu an bulunduğum durum bu mümkün olan şeylerden birisi de o yüzden. Yetmedi mi? Etrafındaki insanlara bak, hepsi birer mümkünat.

Hayat, tek bir doğru kimlik ve/veya yaşantıya indirgenemeyebilir. Hayat, ateşin(aşk) insanın içine inzal olmasıyla ivmesini, bu bağlamda da kendini anlamaklığını(tanışmasını) kazanmasıyla başlar. İnsanın kendisinden tekrar(ve tekrar) doğmasıyla başlar, insan olmasıyla başlar. Öncesinde; beşer-şaşar, ömür-geçer.

Gayemizi nasıl sorgulayacağımıza geri dönelim. Bunu bilmek ya da sorgulama süreci zihni bir edim olabilir mi? Ya da şöyle ele alırsak, analitik-deneysel olarak değerlendirebileceğimiz bir şey olabilir mi? Bir formül/kalıp üzerinden değerlendirebilir miyiz? Bir başkasının düşünceleri ve davranışlarından yola çıkarak kendimizin doğru yolda olduğunu(sırat-i mustakim) bilebilir miyiz? Analitik-deneysel olarak değerlendirmeden kastedilen şey, başkası ya da kendi deneyimlerimiz tarafından belirlenmiş, tanımlanmış kalıplar içerisinde, “O bunu dedi… Şu böyle söylüyor… Eskiden şöyle bir şey yaşamıştım…” gibi kalıplarla gaye belirlenebilir mi? Bu şekilde belirlemek hepimizin yaptığı bir şey… Olabilir… İnsanlar tercihlerini istedikleri yönde yapabilir. Bir başkasının hayatını yaşamaya çalışmak, taklitte kalmak(maymun görür-maymun yapar), aklını ipotek ettirmek(sorumluluk almamak) gibi yollar seçilebilir. Doğrudan kimsenin böyle bir şey istemediği belli fakat geriye dönüp seçimlerimize baktığımızda bu bariz olarak ortaya çıkmıyor mu?

Kelimeler bize ait değil – kültürden almışız, dil bizim değil – kendi kendisini yaratım sürecinde kullanmaktan -belki de onun kendisini yaratma aracı olmamızdan- başka bir katkımız yok, beden bizim değil – organik süreçlerin sonucunda bizim tercih ve hükmümüz dışında oluşuyor. Hiçbir sahipliğimizin olmadığı bu ortamda hangi gayemizden bahsedebiliriz ki? Korkutucu gelse de aslında bir bakıma ferahlatıcı. En kötü ne olabilir ki? Gaye bağlamında düşünürsek, sürekli ‘başka/sı’ tarafından yaratılan/dayatılan seçimleri yaptığımız bir ömrün sonuna geldiğimizde “tüh be” diyecek durumdan daha kötüsünü varsayamayız. Hatta bunu denetlemek için ölçü şu bile olabilir: “Şu an benim son anım, birazdan öleceğim ve ben şu anki halimden, yapıp-etmelerimden, yapıp-ettiklerimden memnunum.” Bir gaye uğruna istenmeyen durumlarda olabiliriz ama geçici olduğunu biliriz ya da onun uğruna ‘can’ verebileceğimizi biliriz. Bu eminlik oluşmuşsa tercihlerimizin sorumluluğunu almış ve gayeye bağlanmış oluruz. Bu da bize şuurlu eylemi bağışlar.

Kendimizi ele aldığımızda, yani hayatımızdaki yapıp-etmelerimizden yola çıkarak tercihlerimizi belirlersek gaye(miz) ile ilgili yol katetmiş oluruz. Sonuç olarak şu anı deneyimleyen, çok uzun süredir bu varlık düzleminde bulunmayan(doğum öncesi) ve çok uzun bir süre boyunca bulunmayacak olan(ölüm sonrası), iki sonsuzluk arasında var-olanlarız. Zevkle geçirebildiğimiz her ân, insanın, kendi başkasına da tesir eder. Yine:

Hey şeyin amacı sevgi, muhabbet, temiz yürek ve temiz ameldir. İbadetler dahil, her şey bunu temin içindir ve teferruattır.