İnsan bazen yaptıklarına ya da halihazırda akış içerisinde bulunduğu duruma o kadar kapılıyor ki, bunu ne için yaptığını unutuyor. “Yahu zaten hatırlanacak ‘tek’ bir şey mi var ki, heh tamam ‘gaye’mi hatırladım diyebileyim?”

Çok güzel bir soru, haydi bunu ele alalım:

Hatırlanacak bir şey:

Her şey Allah için.

“Hey şeyin amacı sevgi, muhabbet, temiz yürek ve temiz ameldir. İbadetler dahil, her şey bunu temin içindir ve teferruattır.”

Lütfi Filiz, Noktanın Sonsuzluğu 1. Cilt Sf. 404

Hayatımızda adaleti(Musevi) ve ruhu(İsevi) tevhid ettim(Muhammedi) diyorsak zat’en bu döngüdeyiz, geçiciliğimizi biliyoruz anlamına geliyor. (Doğmadın ki ölesin)

Tamam, bu kadar mı? Evet, bu kadar. Allah selamet(islam-teslimiyet) vermiş. Yok, ben anlamadım… Buyrun devam edelim gezintiye:

Yaptıklarıma bakıyorum, kendimi hesaba çekiyorum, şu anki halime – bulunduğum duruma bakıyorum(zihni). Olması gereken diye bir şey yok. Tercihlerim, her ne kadar benim olduğunu zannetsem de, hayatımı, şu an bulunduğum noktaya getirdi. Başka türlü olması mümkün mü? Evet. Nerden biliyorum? Şu an bulunduğum durum bu mümkün olan şeylerden birisi de o yüzden. Yetmedi mi? Etrafındaki insanlara bak, hepsi birer mümkünat.

Hayat, tek bir doğru kimlik ve/veya yaşantıya indirgenemeyebilir. Hayat, ateşin(aşk) insanın içine inzal olmasıyla ivmesini, bu bağlamda da kendini anlamaklığını(tanışmasını) kazanmasıyla başlar. İnsanın kendisinden tekrar(ve tekrar) doğmasıyla başlar, insan olmasıyla başlar. Öncesinde; beşer-şaşar, ömür-geçer.

Gayemizi nasıl sorgulayacağımıza geri dönelim. Bunu bilmek ya da sorgulama süreci zihni bir edim olabilir mi? Ya da şöyle ele alırsak, analitik-deneysel olarak değerlendirebileceğimiz bir şey olabilir mi? Bir formül/kalıp üzerinden değerlendirebilir miyiz? Bir başkasının düşünceleri ve davranışlarından yola çıkarak kendimizin doğru yolda olduğunu(sırat-i mustakim) bilebilir miyiz? Analitik-deneysel olarak değerlendirmeden kastedilen şey, başkası ya da kendi deneyimlerimiz tarafından belirlenmiş, tanımlanmış kalıplar içerisinde, “O bunu dedi… Şu böyle söylüyor… Eskiden şöyle bir şey yaşamıştım…” gibi kalıplarla gaye belirlenebilir mi? Bu şekilde belirlemek hepimizin yaptığı bir şey… Olabilir… İnsanlar tercihlerini istedikleri yönde yapabilir. Bir başkasının hayatını yaşamaya çalışmak, taklitte kalmak(maymun görür-maymun yapar), aklını ipotek ettirmek(sorumluluk almamak) gibi yollar seçilebilir. Doğrudan kimsenin böyle bir şey istemediği belli fakat geriye dönüp seçimlerimize baktığımızda bu bariz olarak ortaya çıkmıyor mu?

Kelimeler bize ait değil – kültürden almışız, dil bizim değil – kendi kendisini yaratım sürecinde kullanmaktan -belki de onun kendisini yaratma aracı olmamızdan- başka bir katkımız yok, beden bizim değil – organik süreçlerin sonucunda bizim tercih ve hükmümüz dışında oluşuyor. Hiçbir sahipliğimizin olmadığı bu ortamda hangi gayemizden bahsedebiliriz ki? Korkutucu gelse de aslında bir bakıma ferahlatıcı. En kötü ne olabilir ki? Gaye bağlamında düşünürsek, sürekli ‘başka/sı’ tarafından yaratılan/dayatılan seçimleri yaptığımız bir ömrün sonuna geldiğimizde “tüh be” diyecek durumdan daha kötüsünü varsayamayız. Hatta bunu denetlemek için ölçü şu bile olabilir: “Şu an benim son anım, birazdan öleceğim ve ben şu anki halimden, yapıp-etmelerimden, yapıp-ettiklerimden memnunum.” Bir gaye uğruna istenmeyen durumlarda olabiliriz ama geçici olduğunu biliriz ya da onun uğruna ‘can’ verebileceğimizi biliriz. Bu eminlik oluşmuşsa tercihlerimizin sorumluluğunu almış ve gayeye bağlanmış oluruz. Bu da bize şuurlu eylemi bağışlar.

Kendimizi ele aldığımızda, yani hayatımızdaki yapıp-etmelerimizden yola çıkarak tercihlerimizi belirlersek gaye(miz) ile ilgili yol katetmiş oluruz. Sonuç olarak şu anı deneyimleyen, çok uzun süredir bu varlık düzleminde bulunmayan(doğum öncesi) ve çok uzun bir süre boyunca bulunmayacak olan(ölüm sonrası), iki sonsuzluk arasında var-olanlarız. Zevkle geçirebildiğimiz her ân, insanın, kendi başkasına da tesir eder. Yine:

Hey şeyin amacı sevgi, muhabbet, temiz yürek ve temiz ameldir. İbadetler dahil, her şey bunu temin içindir ve teferruattır.

Gaye” üzerine 2 yorum

  1. Sevgili Jungiyen, yazmakta geciktim, kusura bakma.
    Öncelikle şunu belirteyim; sorunsalları ele alış biçimin bereketli bir yol. Çünkü kalkış noktası olarak kendi içselliğini alıyorsun. Bu durumun zaten açıkça fark ediliyordu.
    Amaçla erek aynı şey değil, fakat birbirinden bağımsız da değil. Erekte bir zorunluluk içerilir, amaç bu zorunluğun koşullandırmasıyla ve onu edimselleştirmek ara aşamalar ve araçlardır.
    Evet insan seçimleriyle kendini yapılandırır. Ancak seçimi yapmakta özgür iradenin “iradesi”mi, yoksa farkındalıksız bir dağınıklık mı hüküm sürüyor? Burası önemli. Varoluşçu felsefe tasavvufa yakın şeyler söyler, insan seçimlerinin ürünüdür, insan özgürlüğe mahkumdur, gibi.
    Seçimler nefsani, bencil, yıkıcı, zalimce de olabilir. Yaşam insana bu olanağı sunuyor. Aslına da, cansız varlıklar da dahil her şeyin bir iradesi var ama özgür değil. İçlerine konmuş doğal yasalılığın dışına çıkamazlar. Yani onlar hep yasalılık altındalar. Onu Kur’an, “Ben insanları bana ibadet etsin diye yarattım, diğer varlıkları ise teşbih etsinler diye” bunu birebir değil de mealen yazdım. Ama insan hak olmayanı da, yanlış olanı da “cehennemi” de seçebildiği için “özgür” iradelidir. İnsanın kendini inşa etme zorunluğu, “kendinden doğma”, sorumlu varlık olma yükümlülüğü buradan gelir.
    Ancak seçimlerini olumsuz yönde de yapabilir, ama sonuçlar ona göre olur. Genel bir ifade ile seçimler “haktan yana, hak üzere mi, yoksa tersi mi.
    İnsan seçimlerinin, yaşam biçiminin, günübirlik etkinliklerinin sonucunu (ahiretini) kendi içinde duyumsar.
    Ben şöyle bir kriterle bakıyorum, yapıp etmelerim sonucunda içime bakıyorum, bir tedirginlik, huzursuzluk, gerekçe uydurma kaygısı filan var mı diye. Eğer varsa yanlıştayım; rahatsam, huzurlaysam doğru ve haktayım. Burada şu soru ortaya çıkar; huzurlu, rahat ve tatmin yapıp ettiklerinde hakta olduğunun göstergesi, ya da kanıtı olabilir mı, yanıtım hayır. O halde bu ölçüye bel bağlanır mı, evet.
    Yanlış yaptığın, hakta olmadığın sana fark ettirildiğinde hemen yanlışı terk etme cesareti göstermek, orada inat etmemek. Yine onun için Kur’an’a sıkça geçer, “tövbe et yaklaş” der. Yani hataya izin var, ama tövbe sorumluluğu ile.

    Olması gereken olan arasındaki diyalektik bağ önemli. Bu kutupsallığın gözden kaçması günümüz insanının bunalım ve depresif hallerinin temel kaynaklarından birisi. Sanki dünyadan alacaklıymış gibi ha bire istiyorlar, daha çok, daha farklı, daha eğlendirici, daha ilginç, vb. Olması gereken belirlenimi veya talebi oluştururken, kalkış noktaları ne, beklentiyi oluştururken içeriği neye göre oluşturuyorlar, var olan ortamdan kurtulmak için bir kaçış olarak mı, yoksa var olduğu haliyle potansiyeline dayanarak, yetilerini gerçekleştirmenin itkisiyle mı.
    Bu böyle uzar gider.

    _________ 0 __________

    Ek olarak söyleyeceklerim; Dücane’nin bir söylemi var şöyle; iki türlü sıkıntı vardır, birisi geçim sıkıntısı, diğeri can sıkıntısı. Birincisi bedensel varlığı ayakta tutma gereksiniminden doğar, ikincisi anlam arayışından, buna varoluşsal anksiyete de deniyor.

    Kesin olarak bir sınır koyamayız ama bir başlangıç olarak ikinci dünya savaşı sonrası insanlık yeni bir varoluşsal sorunsalla yüz yüze geldi. Daha önceki dönemlerde savaşlar, salgın hastalıklar, ayrıca açlık, sürgün, dinsel, idari hoyratlıklar temel sorunlardı. Buna bağlı olarak insanlar maddi varlıklarının, politik özgürlüklerinin güvenceye kavuşmasıyla mutlu, anlamlı ve huzurlu bir yaşama kavuşacaklarına inandılar, başka türlü de olamazdı. Çünkü varlıklarının zemini olan maddi varlıklarının güvencesi yoktu. Tarihsel bir olguydu bu. Ancak genel alamda 2. Dünya savaşı sonrası süreçte bu sorunun çözülebileceği görüldü. Elbette dünyanın her tarafına değil, en azından mümkün olduğu görülü. Ve işte bu noktada yaşamın anlamı nedir sorusu, anlam arayışı ortaya çıktı. Sonuçta depresyonlar, intiharlar, uyuşturucu bağımlılığı, tatminsizlikler ve doyumsuzluklar çoğaldı. Artık bu tarihsel-toplumsal bir sorun haline geldi. Onun için 2. Dünya savaşı sonrası varoluşçu felsefe, doğu bilgeliğine yönelme, yoga-meditasyon pratiklerinin yaygınlaşması, envayi çeşit “koçluklar” türedi, bunların hepsi özünde bir anlam arayışlarının ürünleri…

    Aslında bu bir gelişmedir, öncelikle insan insanca yaşamanın, mutlu olmanın sadece maddi güvenceden, bedenden ibaret olmadığını tarihsel olarak bizzat yaşayarak gördü. İkincisi daha güçlü odaklara ait olmakla, oralara bağlanıp sığınmakla da doyum bulunamayacağını gördü ideolojiye, dine, etnik kökene, milliyete, …(vb)

    Aidiyetsiz kalma insanda yalnızlık duygusunu besledi, birey olmanın sorumluluğu ile yüz yüze geldi. İşte bu sorumluluğu kendisi adına kendisi için kimse yerine getiremez. Peki ne olacak? Bunu ayrıca değerlendirebiliriz. Aslında insanlığa bu konuda da yol gösterici pek çok değer, deneyim ve bilgi miras bırakılmıştır. Bu mirası içselleştirmek için kitaplar, bilgi çoğaltmalar, kurumlar, otoriteler gerekmez diyemem, ancak yeterli olamaz, ancak kişi istemeli, yani kendi arayışı, kendi tutkusu, kendi çabası olmalı. İsmail Emre’nin bir kelamı şöyle; “400 bin peygamber gelse gözünü açamaz, illa ki sen isteyeceksin.”

    Yuhanna incili’nin ilk cümlesi şöyle başlar; ”Başlangıçta kelam var idi…..” Goethe “eylem vardı” diyor,aynı içerik. Kelam içerik olarak eylemden, deneyimden çıkmış eminlik taşıyan söz, ve eylemlere kılavuzluk edecek güçte. Onun için kelam edenler kelamın tekrarını, ezberlenmesini, sağda solda ulu-orta dillendirilmesini istemezler, emir kipinden, öğretmenlik havasından da konuşmazlar. Şunu önerirler:”eyleme geç, deneyimle ve gör”, “ek olma hak ol” derler. Bence haklı “Başlangıçta eylem vardı”. Dünya ve benliğimiz eylemle inşa ediliyor, inşa ettiklerimiz bilgi ve sözlerimizin gerçeklik kazanmış halleridir. Onun için insan eylem varlığıdır denmiştir. Anlam da bu alemde yaratılıyor, hazırda yok.

    Beğen

  2. Geri bildirim: Toplum – Jungiyen Blogu

Yorum bırakın

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.